TOM SAWYER
Kitabın Adı: Tom Sawyer
Yazarı:Mark Twain
Kitabın Özeti
Hikayede Tom‘un cezadan kurtulmak için herkesi şaşkına çevirecek zeka oyunlarını ve sonunda bunlardan nasıl kurtulduğunu yazıyor. Tom hikayede kendi dünyasında (nehirlerin, ormanların, mağaraların ve adaların dünyasında) bir kahraman gibi yaşar.
Tom, Missouri’ye bağlı St. Petersburg köyündeki “haşarı” çocuklardan biridir. Pervasız, tembel, çıldırtıcı ölçüde meraklı olan bir okul çocuğu ve teyzesi Polly Teyze için tam bir baş belasıdır. Bir gün Tom, Huck, Joe herkesten gizli bir plan yapar ve adaya kaçar. Herkes onları öldü sanıp cenaze töreni yapar ama törende ortaya çıkınıca herkes oyun olduğu anlaşılınca herkes onlara karşı tavır alır. Ama Tom ve Huck bu iştende kasabada yaşayan Bayan Douglas’ı öldürmek için plan yapan haydutları ortaya çıkararak kurtulur. Daha sonra haydut Kızılderili Joe’yu hapse atarlar. Ve onun definesinin yerini tek bilenler olarak Tom ve Huck defineyi yerinden çıkarır zengin bir hayat sürerler.
Hikayedeki Kişiler :
Tom Sawyer: Haylaz ve yarmazda olan zeki bir çoçuktur.
Huckleberry Finn: Mahallenin en haylaz çocuğu olan Huck, Tom’dan eksik bir yanı olmayan mahalle çocukları haricinde kimsenin sevmediği biridir.
Polly Teyze:İyi kalpli ama çok sinirli görünen ve yaşlı bir kadındır.
Joe:İçine kapanık olan Joe kendi dünyasında korsan olmak isteyen bir çoçuk.
Gulliver’in Gezileri
‘Gulliver’in Gezileri’, dört ayrı yolculu u anlatır. İlk yolculuk cüceler ülkesine, ikincisi devler ülkesine, üçüncüsü ise bilim adamlarının yaşadı ı uçan adayadır. Bu üç bölüm de siyasetin ve bilim dünyasının bir parodisini içerir.
Son bölüm ise Houyhnhnm’ler ile Yahoo’ların ütopik ülkesine yapılan yolculuktur. Bu ülkede atlar, yani Houyhnhnm’ler, aklı başında yaratıklardır ve kardeşlik için kurdukları uygarlıkta yaşamaktadırlar. Dillerinde, ‘yalan’ sözcü ü bile yoktur.
Biyolojik olarak insan türünden gelen Yahoo’larsa, tamamen vahşi ve erdemden yoksundurlar. Atların, insanları ahırların hizmetçileri olarak kullandıkları bir ülkede yaşarlar.
Gulliver, atların uygarlı ını anlata anlata bitiremedi i gibi onlara öyle hayran olur ki, ülkesine döndü ünde insanların ne görüntüsüne ne de kokusuna dayanamaz. Kendisine iki at satın alıp bütün vaktini onlarla birlikte ahırda geçirmeye başlar.
Başka bir özet
Macera tutkusuyla yola çıktığı geminin batmasıyla minik insanlar ülkesine düşen Gulliver; ilk yolculuğunda Lilliput’lulara yardım etmesine karşılık, onların düşmanı olan Blefuscudia ülkesi insanlarını tamamen Lilliput’luların kölesi yapmadığı ve karşı tarafın donanmasını ellerinden aldığı için ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Zorlukla İngiltere’deki evine dönen Lemuel, yeniden değişik heyecanlar yaşamak isteğiyle dolunca bu kez Hindistan’a gitmek amacıyla “serüven” adlı bir gemiye biner. Gemi yolda kaybolarak bir sahile çıkarlar. Gulliver, diğer yolcu ve gemicileri de kaybederek kendisini devler ülkesinde bulur. Burada bir köylü kendisini farkedip alarak evine getirir ve dokuz yaşındaki kızı Glumdalclitch’i eğlendirmesi için alıkoyar. Brombdingnag ülkesindeki devler, Lilliput halkına karşıt, kaba ve hoyrat insanlardır. Glumdalclitch’in babası Gulliver’i diğer devlere kafes içinde sergileyerek para kazanma hevesindedir. Birgün adam onu kraliçeye satar. Gulliver küçüklüğünden dolayı ezilme, farelere yem olma gibi çeşitli tehlikeler içinde yaşamaktadır. O ülkeden de kaçmayı başaran Lemuel, ülkesine döner ama yine birgün yollara düşecektir: Bu kez korsan saldırısına uğrayan gemisinden alınıp tek başına bir sandalla denizin ortasına bırakılır. Zorlukla çıkabildiği Barnibaldi adlı uçan adada yaşayan Laputa ülkesinin insanları hayatta sadece iki şeyle ilgilenmektedir: müzik ve matematik. Burada da giysileri vücutlarına uymayan, evleri ters duran normal boyuttaki insanların yaşadığı soyut bir dünyanın içinde bulur kendisini. Bu dünyada her şey tersine işlemektedir. Bu ülkede de çeşitli serüvenler yaşayan Lemuel Gulliver sonunda insanlardan soğumaya, giderek nefrete dönüşen bir tepki duymaya başlar. Onu, bu düşüncelerinden Kaptan Mendez’in sabırlı tutumu kurtaracaktır.
Ömer’in Çocukluğu
Kitabın Adı : Ömer’in Çocukluğu
Yazarı : Muallim Naci
Türk edebiyatının önemli ve yenilikçi isimlerinden biri olan Muallim Naci’nin çocukluk hâtıralarından oluşan “Ömer’in Çocukluğu” isimli eserinde yazar, kendine özgü çocuk dünyasını, mahallesini, arkadaşlarını, ailesini, hocalarını bize anlatıyor. Ama bu anlatımı öyle güzel bir üslûpla yapıyor ki zaman zaman Ömer’le ağlıyor, bazen de Ömer’le eğleniyoruz ve yaşadıklarıyla heyecanlanıyoruz. Yazarın dili o kadar tatlı ve cazip ki, o dönemden bu yana çocukluğun tadının hiç değişmediğini fark ediyoruz sayfalar arasında dolaşırken.
“Ömer’in Çocukluğu” çocuk edebiyatımızın, hâtıra edebiyatımızın muhteşem ve unutulmaz bir örneğidir. Bu eseri okuyup da sevmeyen yok gibi. Büyüklere de hitap ediyor çünkü, küçüklere de. Muallim Naci’nin en yaygın eseridir “Ömer’in Çocukluğu”. Zira birebir yaşanmış olayları aktarmakta, yaşanmış küçüklük hâtıralarını dile getirmektedir. Yazarın son derece canlı, çarpıcı ve lirik bir üslûp ile anlattığı olaylar zinciri, biz büyükleri de çocukluk yıllarımıza götürmektedir. Eserde, medeniyetimizin temel taşlarından olan mahallenin kendisine has dünyasını, okulda geçen serüven dolu günleri, yazarın babasının ölümü dolayısıyla ailesinin yaşadığı üzüntüyü, ağabeysinin bir anlamda ona öğretmenlik yapmasını ve tabiatıyla yaramazlıklarını okurken kimi zaman eğleniyor, kimi zaman da hüzünleniyoruz.Muallim Naci, bütün bu yaşanmışlıkları öylesine hoş ve ilgi çekici bir dille anlatıyor ki, o dönemden bu yana çocukluğun tadının değişmediğini anlıyoruz. Yani çocuk her zaman çocuktur. “Ömer’in Çocukluğu”, ya da hepimizin çocukluğu…
Ömer’in Çocukluğu – Muallim Naci, Hazırlayan: Mehmet Nuri Yardım, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006, 92 sayfa.
Murtaza (Orhan Kemal)
Kitabın Konusu: Murtaza’nın unvan namus şeref işini hakkıyla yapma uğruna yaşadığı olaylar edindiği düşmanlıklar ve yaptığı mücadele anlatılır.
Kitabın Anafikri : İnsanın sorumlulukları vazifesi hayatındaki her şeyden önce gelmelidir.
Yardımcı Fikirler:
1)İnsan vazifesini hakkıyla yerine getirmelidir.
2)İnsan hayatında sorumluluklarına paradan daha çok önem vermelidir.
3)İnsan vazifesini yaparken akrabalarına yakınlarına torpil geçmemelidir
4)Ebeveynler çocuklarını yetiştirirken iyi yetiştirmelidirler.
5)İnsan hayatında paradan daha önemli şeyler olduğunu unutmamalıdır.
6)Çalışanlar görevlerinde üstlerine karşı saygılı olmalıdır.
7)İnsanları düşünceleri alay konusu yapılmamalıdır.
8)Çocuklar babalarını kandırmamalıdır ve karşı gelmemelidirler.
9)Resmi yerlerde memur gibi üst görevlilere torpil geçilmemelidir.
Kitabın Özeti:
Murtaza Yunanistan’dan mübadeleyle Çukurova’ya gelmiş bir muhacirdir.Kolağası Hasan dayısı gibi asker olup savaşarak şehit olmak en büyük isteğiydi.Mübadele yapıldıktan sonra Çukurova’ya gelen muhacirler topraklarını satıp konaklar evler alacak kadar zengin olmuşlardır.Murtaza ve onun gibi düşünenler ise ezan seslerine kavuştukları için şükretmiş mal mülk istememişlerdir.Murtaza mal mülk istemese de ailesi istemiştir.Erkek kardeşi zengin olmayı başarmıştır.Annesi parasızlıktan ölmüştür.Kız kardeşiyle Murtaza İstanbul’a gelmişlerdir.Murtaza Çukurova’da bir kızı tanımış beğenmiştir.Kızı beğenmesinin ası nedeni kızın babasının da Murtaza gibi düşünüp zengin olma derdine düşmemesidir.Murtaza daha sonra bu kızla evlenmiştir.Kız kardeşi de birisiyle evlenmiştir.Murtaza’nın en büyük hayali dayısı gibi askerlik ile ilgili bir görev alıp savaşlarda şehit olmaktı.Ama istediği olmadı askerlikle ilgili bir meslek bulamadı.O da üniforma giyebilmek için mahalle bekçisi oldu ve işini titizlikle yaptı.Hırsızlara, haksız kazanç sağlayanlara, mahalleyi rahatsız edenlere göz açtırmadı çünkü ona göre her ne meslek olursa olsun önemeliydi ve düzgün yapılmalıydı.Mahalleli bundan rahatsız oldu ve türlü türlü oyunlar yaptıysadalar Murtaza’dan kurtulamadılar.Mahallelinin komiseri de Fen Müdürü olan arkadaşı Kamüran’ın fabrikadaki bozulan disiplinini görünce ona Murtaza’yı tavsiye etti.Böylece Murtaza fabrikaya gece kontrolü oldu.Murtaza hep erkek çocuğunun olmasını istedi, onun dayısına benzemesini ve onun gibi asker olup savaşlarda şehit olmasını istedi.Kız çocuklarından sonra erkek çocuğu oldu adını da Hasan koydu.Hasan istediği gibi dayısına benzemedi.Futbola düşkün oldu babasının istediği gibi askeri okula gitmedi sanat okuluna gitti.Murtaza da umudunu yeni doğan çocuğu Hasan’a sakladı.Murtaza yeni doğan çocuğunun da ismini Hasan koymuştu.Murtaza küçük oğlu Hasan’ın istediği gibi olduğunu sanıyordu.Oysa Hasan babasını kandırıyordu.Babası büyüyünce hangi okula gideceksin diye sorduğunda Kuleli Askeri Lisesi dediğinde Murtaza çok seviniyordu dünyalar onun oluyordu.Aslında Hasan babasını kandırıyor babasından para alabilmek için öyle söylüyordu.Murtaza bunu anlamıyordu.Murtaza çalışmaya başladığı fabrikada işçiler tarafından sevilmedi.Çünkü işçiler işten kaytarıyor işlerini aksatıyorlardı.Murtaza’da onlara engel olduğu için işçiler onu sevmediler onlarda mahalledekiler gibi türlü oyunlara başvurup işten atılması için çalıştılar ama başarılı olamadılar.Çünkü fen müdürü Murtaza’ya güveniyor ona tam yetki veriyordu.Öyle ki hemşerisi Nuh bile buna şaşırıyordu.Bunun nedeni ise fabrikanın bozulan disiplininin Murtaza’nın sayesinde düzelmesiydi.Murtaza’nın küçük oğlu Hasan babasını kandırmakla kalmadı ve bir gün bakkaldan ekmek çaldı.Murtaza bunu duyunca çok üzüldü adeta yıkıldı.Bakkal mahkemede Hasan’ı affedip cezasını iptal ettirecekti ama Murtaza oğlunun bu yaptığını ona hiç yakıştıramadı ve onu affetmedi mahkemede hakime cezasını çekmesi gerektiğini söyleyip salonu terk etti.
ANA DÜĞÜM:Murtaza dayısı gibi savaşarak şehit olabilecek mi?
ARA DÜĞÜMLER:
1)Murtaza askerliğe yakın olarak hangi mesleği bulacak?
2)Mahalleli Murtaza’yı kovabilecek mi?
3)Murtaza’nın erkek çocukları dayısına benzeyecek mi?
4)Murtaza fabrikada tutunabilecek mi?
5)Fen müdürü işçilerin şikayetlerini kabul edecek mi?
6)Murtaza fabrikaya giren hırsızı yakalayabilecek mi?
7)Murtaza’nın kızı Firdevs hastalığından kurtulabilecek mi?
8)Murtaza küçük oğlu Hasan’ın onu kandırdığını anlayacak mı?
9)Murtaza’nın küçük oğlu Hasan ceza alacak mı?
10)Murtaza küçük oğlu Hasan’ı affedecek mi?
FİGÜRLER:
Murtaza:Romanın ana kahramanıdır.Sivri uzun burunlu, kalın kapkara kaşlı, geniş alınlı, yeşil gözlüdür.Sorumluluklarını vazifesini çok iyi bilir,vazifesini her şeyi üstünde tutar cesur bir muhacirdir.
Murtaza’nın Karısı:Mavi gözlü, zayıf, paraya önem veren ünvana şerefe önem vermeyen bir kadındır.
Kamüran:Fabrikanın fen müdürüdür.Laubali her şeyi ciddiye almayan ama gerektiğinde de ciddi ve doğru davranmasını bilen her zaman Murtaza’nın arkasında olan peşin hükümlü olmayan çapkın eğlenceye düşkün akıllı biridir.
Akile Hala:Zeki yardımsever düşünceli hep Murtaza’nın yanında olan onu düşünen biridir.
Kontrol Nuh:Kalın kemikli, geniş yüzlü tilkiyi andıran bir yüzü vardır.Laubali işini ciddiye almayan, yalaka, çıkarlarını düşünen, Murtaza’dan nefret eden Fen müdürünün hemşerisi şımarık biridir.
Azgın Ağa:Kaba bıyığı püskül püskül kaşları bir doksan boyunda iri yarı zamanında savaşlar katılmış mert bir adamdır.
Hasan:Murtaza’nın büyük oğludur.Zayıf uzun boylu annesi gibi mavi gözlü akıllı biridir.Babasını sevmez futbola düşkündür.
Hasan:Murtaza’nın küçük oğludur.Murtaza büyük oğlu dayısına benzemediği için küçük oğlunun da adını Hasan koymuştur.Ama küçük oğlu Hasan da babasını sevmez ve onu kandıran kötü biridir.
ZAMAN:Romanın geçtiği zaman verilmemiştir.Kitapta
Murtaza 1925’lerden sonraki mübadelede Türkiye’ye göç etti.
1946-47’lerde yurdun her yanı demokrasi naralarıyla çalkalandığı…
gibi cümlelerin yanında;yarın,gece yarısı,ikindi saati,bir saat 45 dakika,öğle,akşam üstü gibi kozmik zamanlar da kullanılmıştır.
MEKAN:Çukurova,Yunanistan, İstanbul, kahvehane,fabrika,iplikhane,dokumahane,mahalle,
karakol,lokanta,ev,bakkal dükkanı olayların yaşandığı yerlerdir.
ANLATICI-ANLATIM ŞEKİLLERİ VE ANLATIM TEKNİKLERİ:Olaylar kamera sessizliğinde gözlem yapılarak anlatılmıştır.Yani gözlemci figür bakış açısı kullanılmıştır.Romanda geriye dönüş tekniği de kullanılmıştır.Leitmotif tekniğine yer verilmiştir.Murtaza’nın ‘Yukarda Allah Ankara’da devlet burada da ben’ sözü romanda geçen leitmotif örneğidir
BAKIŞ AÇISI:.
Anlatıcı; beğenen taktir ve tasdik eden, tenkit yönelten ve özeleştiride bulunan bakış açısı sergilemiştir.
DİL:Yazar herkesin konuştuğu ortak dili kullanmıştır ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanmıştır.Yabancı terimlere yer vermemiş sade yalın anlaşılır bir dil kullanmıştır.
ÜSLUP:Yazar hem uzun hem kısa cümlelere yer vermiştir.Tasvirlerde bulunurken uzun cümleler kullanmayı tercih etmiştir.Edebi sanatlara, tamlamalara yer vermemiş akıcı olmasına özen göstermiştir.Bazı tekrarlanan tasvir cümleleri romanın akıcılığını bozsada roman bundan olumsuz şekilde etkilenmemiştir.
HÜKÜM VE SONUÇ:Orhan Kemal yazılarında gerçeklilik çizgisinde yalın açık bir anlatım kullanır.Bu romanında bu özelliğini devam ettirmiştir.Değişik olarak o kendine has köy, Anadolu tasvirlerine yer verememiştir.Bunun nedeni olarak romanın İstanbul’da geçmesini gösterebiliriz.Eserde kendi görüşlerini direkt olarak ifade etmemiştir ama kahramanları aracılığıyla zaman zaman düşüncelerini yansıtmıştır.
Orhan Kemal Murtaza romanında dönemin şartlarını açık anlaşılır okuyucuyu sıkmayacak şekilde sade gerçekçi bir dille anlatmıştır.
Lev Nikolayeviç Tolstoy (9 Eylül 1828 – 20 Kasım 1910)
Büyük bir rus yazarı, fikir, eğitim, sanat dünyasının en ünlü kişilerinden biridir. Zengin bir ailenin çocuğu olarak Yasnaya-Polyana’da doğdu. Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti, yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Öğrenimini tamamlamak için Moskova’ya gitti. Çalışkan zeki bir öğrenci olarak başarı ve sevgi kazandı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire’i ve J. J. Rousseau’yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetle etkisinde kalmıştı. Yasnaya-Polyana’ya döndü, yoksul köylüler arasına katıldı. İlk eseri olan “Çocukluk’u” bu sıralarda yazdı.
Bir süre sonra orduya girdi; Kafkasya’ya gitti. Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarını ele aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikayelerini yazdı. 1854′te Kırım savaşı’na subay olarak katıldı. Sonra askerlikten ayrılıp Petersburg’a gitti. Bir kısım eserlerini oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Gene de içinde aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkerinde uzun bir gezintiye çıktı. Almanya, Fransa, İsviçre’de dolaştı. Yurduna dönüşünde gene Yasnaya-Polyana’ya yerleşti. Asalet ünvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim, eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862′de evlendi.
Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 16 yaşında idi.Bu evlilik onun düzenli bir hayat özlemini giderecekti.Karısına önceki yaşamı,özelliklede yanlarında çalışan kadın kölelerle olan cinsel ilişkileri anlattığı günlüklerini evlendikleri gün okuması için vermiş ve önceki hayatındaki yaptığı yanlışları öğrenmesini istemiştir.Fakat cinselliğe düşkünlüğü evlilikleri boyunca sürdü.Bu evlilkten 12 cocukları oldu bu çocuklardan 5′i öldü.Eserlerinin en kuvvetli olan iki romanı “Savaş ve Barış” ile “Anna Karenina’yı”, bu sıralarda yazdı.Karısı eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı,hatta “Savaş ve Barış”ı 12 kez düzeltmelerini yapıp yazmıştır. Aradan bir süre geçince yeniden, bu sefer eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Geniş halk yığınlarının, özelikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kaba saba giyiniyor, giydiği her elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek tarafı bıkıp usanmadan yazmasıydı. “Kruetzer Sonat”, “Efendi ile Uşak”, “Karanlıkların Gücü”, “İman nedir”, “İnciler”, “Kilise ve Devlet”, “İtiraflarım” hep bu yılların ürünleridir.
Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy’un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaradılışını, yaşayışını gerçekten büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof bir eğitimci olarak da ün kazanmıştı. Yukarıda sayılanların dışında “Diriliş”, “Gençliğim”, “Çocukluk”, “Hacı Murat (roman)”, “Ayaklanış”, “Sergey Baba”, “Tanrı Bizim İçimizdedir”, “Kazaklar”, “Tesadüf”, “İki Süvari” gibi eserleri vardır.
82 yaşında vefat eden Tolstoy birçok kez büyük sıkıntılar yaşamıştır.Tolstoy ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda, evini bırakıp yollara düştü. Bir gün küçük bir kasaba istasyonunda, hayata gözlerini yumdu.
Romanları
Anna Karenina
Diriliş
Savaş ve Barış
İtiraflarım
Kereutzer Sonata
İnsan Ne İle Yaşar?
Hacı Murat
Öyküleri
Ağdaki Kuşlar
Ateşi Kıvılcımken Söndürmeli
Baskın
Davulun Sesi
Efendi ile Uşak
Erik Çekirdeği
İvan İlyiç’in Ölümü
Masalları
Fil ile Tilkiler
Masallar
Tolstoy’dan Masallar
Günlük ve Mektuplar
Tolstoy’un Günlüğü
Vatan Yahut Silistre
Kitabın Adı : Vatan Yahut Silistre
Yazarı : Namık Kemal
Kitabın Özeti
KONUSU: Siliistre bugünkü Bulgaristan’da Tuna ırmağının kıyısında, bir kenttir. 1388 yılında Türkler tarafından fethedilen Silistre, 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında çok kalabalık bir Rus ordusu tarafından kuşatılmış, Musa Hulusi Paşa kumandanlığındaki Türk kuvvetleri kırk gün boyunca, kaleyi kahramanca savu nurlar.
Kitapta, asıl verilmek istenen Vatan Sevgisi’dir. Bunun ya nında, Silistre Kalesİ’ne yardıma koşan gönüllüler ve bunlardan İslam Bey ile Zekiye’nİn aşkı da anlatılmaktadır.
Kısa Özeti
İslam Bey, gönüllü olarak orduya gideceğinden dolayı uzaktan sevmekte olduğu Zekiye ile vedalaşmak üzere onun odasına girer. Zekiye’ye, kendisi hakkında beslediği sevgiyi anlatır. Kız da ona karşı kayıtsız olmadığı gibi, onun arkasından o da erkek elbisesi giyerek gönüllüler takımına karışır, Silistre’ye kadar gider. Silistre’de kuşatma altında kalırlar. Bu arada İslam Bey yaralanır, ona, Âdem ismini almış olan Zekiye bakar. Yaralı olduğu halde İslam, yanında Abdullah Çavuş ve Zekiye ile düşman cephanesini ateşlemek üzere giderler. Dönüşlerinde düşman kuşatmayı kaldırıp çekilmiş vaziyette bulurlar. Kumandan Sıtkı Bey de. Zekiye’nin vaktiyle bir namus meselesinde itaatsizlik ettiği için keçe külah edilmiş olduğundan asıl adı olan Ahmet’i değiştirip Sıtkı’yı kullanarak yeniden askerlikte rütbesi kazanmış olan babası çıkar. İslam ile Zekiye’nin düğünleri kazanılan savaşın mutluluğuyla birlikte yapılır.
GENİŞ ÖZETİ:
Birinci Perde:
Zekiye, odasında uzanmış kendi kendine İslam Bey’e olan aşkını anlatmaktadır. İslam Bey ise, bu sırada, veda etmek için Zekiye’nİn penceresi etrafında dolanmaktadır. Sesi duyunca, kendisini gösterir. Zekiye utanmıştır.
İslam Bey, Silistre’ye yardıma giden gönüllülerden olmaya kararlıdır. Bunu Zekiye’ye söyleyince, sevgisi çok büyük olan Zekiye’nİn, haliyle üzüntüsü de büyük olmuştur. Bu yüzden İs lam Bey’i bu kararından vazgeçirmeye çalışır. İslam Bey ise ataları arasında tam kırk iki şehit bulunduğunu, bu kadar şehidi olan bir ailenin ferdine kaçmanın yakışmayacağını belirtir.
Zekiye ise kardeşini şehit vermiş, yıllar önce cepheye giten babasından ise yıllardır bir haber alamamıştır.. Şimdi de hayatta tek sevdiği İnsandan ayrılmak, ona kat be kat zor gelmektedir. Yine de, onu sevgi ile uğurlar. İslam Bey, “Yaşasın vatan !” diyerek Zekiye’nİn yanından ayrılır.
İslam Bey, Zekiye’nİn yanından çıktıktan sonra, dışarıda kendisini bekleyen gönüllülerin yanına gelir ve “Beni seven peşim den gelsin” diyerek yola düşer.
Biraz sonra Zekiye de erkek kılığına girer ve İslam Bey’in git tiği yoldan takip eder.
İkinci Perde:
Gönüllüler, Silistre Kalesi’ndedirler. Zekiye de içlerindedir. Miralay Sıtkı Bey, ölüm ve kalım günlerinin sayılı olduğunu, isteyenin gidebileceğini söyleyince, gönüllülerden birisi “madem gidecektik de buraya neden geldik” diyerek bütün arkadaşları adına kararlılıklarını vurgular. Zekiye’yı çocuk diye göndermek isterler se de, ısrarlı turumu sayesinde vazgeçerler…
Çatışma bütün şiddetiyle başlar. İslam Bey yaralanmıştır. Zekiye onu tanıdığı için hemen yanına koşar, İslam Bey Zeki ye’nİn kollarında bayılır.
Zekiye, tedavisi için yanında revire gider,
Miralay Rüstem Bey ile Sıdkı Bey ise gelmişten geçmişten derin bir sohbete dalarlar.
Üçüncü Perde:
İslam Bey, hasta yatağında devamlı sayıklamakta, Zekiye ümit ve endişe ile başında beklemektedir. Günler sonra gözlerini açtığında Zekiye’yi görünce, şaşırır. Zekiye kendisini saklamaya Çalışsa da fazla direnemez ve iki sevgili konuşmaya başlarlar.
Düşman ise hedefine adım adım yaklaşmaktadır. Kaleyi ele geçirmesi an meselesidir. Tek çare olarak, kaleden çıkıp düşman cephaneliğini ateşlemek gözükmektedir. Bu iş için İslam Bey yara lı hali ile Öne çıkar. İkinci öne çıkan kişi ise Zekiye’dir. Yanlarına bir de Abdullah Çavuş’u katarlar. Sıdkı Bey Zekiye’ye çok dikkatli bakar ve “Oğlum mezarda yatıyor” der. Zekiye’yi oğluna çok benzetmiştir.
Dördüncü Perde:
Aradan günler geçmiş, düşman toparlanmaya başlamıştır. Sıdkı Bey, çocukları düşman içine gönderdiğine bin kere pişman olmuş vaziyette dolanıp durmaktadır. Nihayet, Abdullah Çavuş görünür ve olanları anlatır. Anlattıklarından, İslam Bey’in büyük bir kahramanlık ve fedakârlık örneği göstererek düşmana büyük kayıp verdiği anlaşılmaktadır. Bu konuşma sürerken, İslam Bey, kelinde kırık kılıcı ile çıkagelir, tabii Zekiye de arkasından.
Sıdkı Bey coşku ile İslam Bey’i “evladım” diyerek kucaklayıp alnından öper. İslam Bey de onun ellerinden. Sonra Sıdkı Bey, çocuğun nerede olduğunu sorar. İslam Bey, Sıdkı Bey’e bütün olup biteni anlatır. Sıdkı Bey kızı yanına getirmesini söyler. Sıdkı Bey, Zekiye’ye sorduğu suallere aldığı cevaplardan kendi öz kızı olduğunu; Zekiye de yüzündeki duruşun aynı ninesi ve abisinin yüzündeki duruş olduğunu görerek, Sıdkı Bey’İn öz babası oldu ğunu anlar. Baba kız kucaklaşırlar. Sevinçlerine diyecek yoktur.
Bu esnada, Abdullah Çavuş eratın önüne düşmüş, onları “Arş Yiğitler Vatan İmdadına” marşını söyleterek yürütmektedir. Sıdkı Bey’in önüne gelince dururlar. Sıdkı Bey erat önünde şu tarihi konuşmayı yapar:
“Arslanlanml Doksan gündür çekmediğiniz belâ, görmediğiniz ce fâ kalmadı. Osmanlıların namusunu göklere çıkardınız. Vatan sizden hoşnuttur. ..Vatanımızın faydasını koruduk, yine de koruruz. Her za man koruruz. Biz her zaman bu yolda ölmeye hazırırz. Yaşasın vatan! Yaşasın Osmanlılar!”
Askerler de hep bir ağızdan: “Yaşasın vatan! Yaşasın Osmanlı lar!” dîye haykırır ve perde kapanır.
AKIN
Kitabın Adı :Akın
Yazarı : Faruk Nafiz Çamlıbel
Akın Kitabının Özeti :
Akın, konusunu İslamiyet öncesi Türk Tarihinden almakta dır. Anayurt’taki iç denizin kuruması olayı, şiir-piyes biçiminde, destan olarak anlatılmaktadır. Yıllarca süren kuraklığın sona er mesi için, yasa gereğince, İhtiyar Hakan İstemi Han’ın kurban edilmesi gerekmektedir.
İstemi Han’ın hedefi ise, suyu, yeşili, ağacı bol bereketli topraklara akınlar düzenleyerek, yerleşmek için yeni yurtlar ele geçirmektir. Gün, Batı ve Doğu beyleri bu hükmü yerine getirmek için İstemi Han’a gelirler. Bu üç beyin oğullan da devlet yönetimini Öğrensinler diye İstemi Han’m yanındadırlar. Üç başbuğ, kuraklık devam edeceği ve kurban edilme sırası İstemi Han’dan sonra kendilerine geleceği için hileye başvu rurlar ve İstemi Han yerine kızı Suna’nın öldürülmesi için baş bakıcıyı kandırırlar. Gün Başbuğunun oğlu Demir ise Suna’yı sevmektedir. Hileyi meydana çıkarır. Mertliğe sığmayan bu tu tumları yüzünden, halk üç başbuğu öldürür. Bunların oğullan Bumin, Bayan ve Demir başbuğ olur ve İstemi Han’ın “Akın” ülküsünü gerçekleştirirler.
Türklerin Anayurt’tan göç etmelerinin en Önemli sebebi olan kuraklıktan dolayı yeşile, suya ağaca olan özlem, Demir’in sevgi lisi Suna’ya hediye ettiği çiniye bakılarak, İstemi Han tarafından işte böyle anlatılmaktadır:
“Yeşilde ne arar da bulamaz insan oğlu?
Yeşil bu.. .Varlık dolu, gök dolu, umman dolu!
Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir,
Meyve veren ağaçlar bu çini rengindedir,
Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman
Bana Tanrım gözükür yeşil dediğin zaman.
Toplanmış bütün bunlar yeşil çininde senin,
Gizli arzulan var bunda bütün ülkenin.
Bunu ancak biz duyar, biz anlarız bu dilden…
Kızı Suna, babasının bu kadar üzülmesine dayanamaz ve:
“Yeter, baba, bu kadar içlendiğin yeşilden ” der. İstemi Han, nasıl İçlenmesin, nasıl özlem duymasın ki yeşile? Şu dizeler çektiği acıları gayet net bir şekilde açıklamaktadır:
“Tanrım, nasıl kesildi köpüren, taşan
sular? Dağlar mı yassûaşii? Ovalar mı
delindi? Neden coşkun suların sesi
gittikçe dindi?
Yıllarca bulutlara bakarak derin derin
Bekledik hiç gelmeyen yağmurunu
göklerin, Başaklar yandı gitti boyunu
gösterirken Koyunlar can çekişti
yavrusunu verirken Meyveler
kızarmadan dalı üstünde soldu, Irmak
yatağı kumsal, kırlar dikenlik oldu.
Eskiden güneş derdim bereketin eşidir
Bugün başucumuzda Tanrı’nın ateşidir,
O da susuz kalınca benzedi kudurmuşa,
Şimşek gibi çarpıyor aslana,
kurda,kuşa… İrmak bugünün yolu,
deniz yarının çölü… Tarlalar yangın
yeri.. .sürüler canlı ölü..
Dağlarının başından bulutu eksilmeyen,
Yılın dört mevsiminde susuzluk ne
bilmeyen Rüzgârlı ülkelere göç etmeli,
akmalı.. Yalnız bu anayurdu kimlere bırakmalı?
Yurdunda bir dikili ağaç kalmadığı gün
Yerinde durduğunu görürler gene Türk’ün..
Ayırmağa çalışmak ikisini boş etmek:
Türk demek yurt demektir, yurt demek de Türk demek!
Sizdedir bu varlığı kurtaracak son
büyü. Sîzin göç etmenizdir diriltecek
ölüyü… Bekçisi kalsın artık bu yurdun
ihtiyarlar, Koç yiğitler arasın başka
güzel diyarlar,
Bilgi bir elinizde, san’at bir elinizde,
Altınızda yağız at, dal kılıç belinizde,
Okları hiç şaşmayan yayınızla
yürüyün, Akın alaylarını arkanızdan
sürüyün. Kulağınızda kalsın ölürsem
vasiyetim: Gençleri yollamaktı sağa sola niyetim.
Bir Küçük Osmancık Vardı
Kitabın Adı : Bir Küçük Osmancık Vardı
Yazarı : Hasan Nail Canat
Kitabın Özeti
KONUSU: İnsan, ne kadar büyük acılarla karşılaşırsa karşılaşsın, yine de ümidini kaybetmemelidir. Kitapta, küçük yalarda kaçırılan bir çocuğun, uzun yıllardan sonra, ailesine kavuşması gayet güzel ve yalın bir şekilde anlatılmaktadır.
Abdullah Bey, inşaat çivisi imal eden bir fabrikanın sahibi idi. İşleri yerinde, evine bağlı bir hanımı, Osman isimli küçük bir de çocuğu vardı.
Bir gün, gündüz vakti, evine postacı kılığında bir soyguncu girip, evin hanımını bayıltarak çelik kasayı açtı. Para bulamayın ca, bu sefer de, ağladığı için sesini duyduğu bebeği kaçırmaya karar verdi. Çünkü eli boş dönmek istemiyordu.
Abdullah Bey İş yerindeydi. Çalan telefonu açınca, karşısındaki ses, çocuğunu kaçırdığını, karısının evde baygın bir şekilde yattığını, hemen evine gitmesini ve polise haber vermemesini söyledi. Şaşkın ve kararsızdı. Evi aradığında telefona cevap verilmemesi kuşkularını artırdı ve hemen evine koştu. Hanımı peri şan bir vaziyette ağlamaktaydı. Sakinleştirmeye çalıştı.
Birkaç saat endişeli bekleyişten sonra, beklediği telefon geldi. Arayan aynı sesti. Yarın akşam şu kadar parayı falan yere getirmesini ve polise de haber vermemesini bir kere daha söyleyip, telefonu kapattı.
Çocuğu Pendik’te yıkık bir eve götürmüşlerdi. Çetenin reisi Apo isimli tipsiz bir herifti. Avaresinin birinin adı Zevzek’ti. Bir de İstanbul’a artist olmak İçin gelip, aradığını bulamayıp da kötü yola düşen, Romantik isimli sevgilisi vardı.
Abdullah Bey’in eşi, kocasından habersiz durumu akrabaları komiser Mahmut’a bildirmişti. Mahmut Bey, iki sivil polis gön derdi. Bilinen soruşturmaları yaptılar. Bahçıvanın bu Abdullah Bey, inşaat çivisi imal eden bir fabrikanın sahibi i-di. İşleri yerinde, evine bağlı bir hanımı, Osman isimli küçük bir de çocuğu vardı.
Bir gün, gündüz vakti, evine postacı kılığında bir soyguncu girip, evin hanımını bayıltarak çelik kasayı açtı. Para bulamayın ca, bu sefer de, ağladığı için sesini duyduğu bebeği kaçırmaya karar verdi. Çünkü eli boş dönmek istemiyordu.
Abdullah Bey İş yerindeydi. Çalan telefonu açınca, karşısın daki ses, çocuğunu kaçırdığını, karısının evde baygın bir şekilde yattığını, hemen evine gitmesini ve polise haber vermemesini söyledi. Şaşkın ve kararsızdı. Evi aradığında telefona cevap verilmemesi kuşkularını artırdı ve hemen evine koştu. Hanımı peri şan bir vaziyette ağlamaktaydı. Sakinleştirmeye çalıştı.
Birkaç saat endişeli bekleyişten sonra, beklediği telefon geldi. Arayan aynı sesti. Yarın akşam şu kadar parayı falan yere getirmesini ve polise de haber vermemesini bir kere daha söyleyip, telefonu kapattı.
Çocuğu Pendik’te yıkık bir eve götürmüşlerdi. Çetenin reisi Apo isimli tipsiz bir herifti. Avaresinin birinin adı Zevzek’ti. Bir de İstanbul’a artist olmak İçin gelip, aradığını bulamayıp da kötü yola düşen, Romantik isimli sevgilisi vardı.
Abdullah Bey’in eşi, kocasından habersiz durumu akrabaları komiser Mahmut’a bildirmişti. Mahmut Bey, iki sivil polis gön derdi. Bilinen soruşturmaları yaptılar. Bahçıvanın bu diyse de, Abdullah Bey “Senin kabahatin yok!” diyerek buna müsaade etmedi.
Karı koca, gece gündüz çocuklarına kavuşmak İçin Allah’a dua ediyorlardı.
Osman’a ne olmuştu? Tesadüfen orada durmak zorunda ka lan bir kamyonda anası-babası Van depreminde ölmüş olan, on iki yaşamdaki muavin Garip’in ağlayan bir bebek sesi işiten hassas kulakları sayesinde, Garip ve ustası Ali tarafından bulunduğu yerden alınmış, kendisi de kimsesiz büyümüş bu çocuk tarafından altı değiştirilmiş, karnı doyurulmuştu.
Ali ve Garip, yanlarında, özellikle Garip’e iyice alışmış olan Osman’la birlikte, yaklaşık on beş saat yolculuktan sonra, yaşadıkları Kayseri’ye varmışlardı. Ali’nin Fatoş ve Nihat isimli iki küçük çocuğu vardı. Hanımına Osman’ı da teslim etti. İyi yürekli olan kadıncağız Osman’ı yıkadı, karnını doyurdu, temiz elbiseler giydirdi. Fatoş kız Osman’ı çok sevmişti, onunla oyunlar oynadı, oyuncaklarını verdi.
Ali’nin aklına, Garip ve Osman’ı yanına alarak, Kayseri’ye yakın bîr köyde çiftliği olan, ancak çocukları olmadığı için çok üzülen ve kendisine “bir çocuk bulursa evlatlık alacağım” devamlı olarak söyleyen Bünyamin Amca ile Şerife Hanım’ların evine götürmek geldi. Yola çıkarak ikisini de onlara bıraktı. Çocuksuz anne ve baba, birdenbire iki çocuk sahibi oldukları için çok sevinmişlerdi. Sessiz çiftlik evleri, cıvıl avıl neşe ile dolmuştu.
Osman’ın anne ve babası ise aylarca normal hayata döneme diler. Annesinin saçları ağarmış, zayıflamıştı. Abdullah Bey, eşini fazla üzmemek için acısını içine atmış; ama o da epeyce zayıflamıştı. Ayşe Kadın ve oğlu Murat’ı evin içine almışlar, bahçeye bakması için Gül Dede isimli bir bahçıvan bulmuşlardı. Gül Dede, ismine yakışır bir şekilde, bahçeye gül gibi bakıyordu. Yanların dan bir dakika bile ayrılmayan Abdullah Bey’in yeğeni Zarife de edebiyat fakültesini bitirmiş ve lisede
Biı gün yaşlı bir kadın gelerek, eski bahçıvanın hapisten çık tığını e kansı Ayşe ile görüşmek istediğini bildirdi. Ayşe, Abdullah Bry’Ie Fatma Hanım’ın bilgisi dahilinde gidip görüştü, koca sına “Namusunla yaşayacağını ispatla, o zaman gelirim.” der ve tekrar yaşadığı yere döner.
Osmancık, çiftliğin neşesi olmuştu. Adını bilmedikleri için Hüseyin koymuşlardı. Garip abisi on altı, kendisi de altı yaşına gelmişti. Garip ve Hüseyin onları ana baba diye çağırıyorlardı. Bünyamin Ağa, sık sık Garip’i, Hüseyin’e durumu sezdirmemesi için ikaz ediyordu.
Bir gün Bünyamin Ağa rahatsızlandı ve Kayseri’de hastane ye yatırıldı. Aradan bir hafta geçmişti ki, Şerife Hanım ağlaya ağlaya eve geldi. Bünyamin Ağa ölmüştü. Çocuklar bir kere daha babasız kalmışlardı.Köşkte hayat ister istemez tekrar normale dönmüştü. Osmancık kaybolalı ise aradan yedi yıl geçmişti. Abdullah Bey ile Şerife Hanım’ın bir kızları olmuş, adını Şükran koymuşlardı. Yeni çocukları onlar için büyük bir teselli kaynağı olmuştu. Ancak, bu seferde Ayşe’nin kocası huzursuzluk veriyordu.
Bir gün Ayşe, her tarafı morarmış bir halde geldi. Islah ol muş zannederek yanına yerleştiği kocası, üç aydır çalışmıyordu. Birkaç ay önce Kemal’in trafik kazası geçirerek hastaya yattığını iddia etmiş ve bu bahaneyle para koparabileceğini ummuştu. Ama Abdullah Bey’in hastaneye giderek araştırması sonucu böyle bir durumun yalan olduğu ortaya çıktı. Abdullah Bey’den para istemesi için sürekli tehdit ettiği ve kullandığı Ayşe’yi ve oğlu Kemal’i bu sefer de evden kovmuştu.
Onları tekrar kabul edip, kucak açtılar.
Köyde ise Osmancık (Hüseyin) ilkokulu bitirmişti. Çiftlik işleri Garip’in bütün gayreti ile çalışması sonucu devam ediyordu. Ama onun da askere gitmesi sonucu, tüm işler Şerife Hanım’a ağır gelmeye başladı. Aynı zamanda, köyden birisinin Hüseyin’e Şerife Hanım’ın öz annesi olmadığını söylemesi tehlikesi de her an vardı. Bu nedenle taşınmaya karar verdi ve kocasının İstanbul’daki ağabeyine mektup yazarak niyetini bildirdi. Onayım alınca, ilk görüşte büyük bir şaşkınlık yaşadığı İstanbul’a, Selahattin Bey’in hemen yakınında bahçeli bir ev satın alarak yerleşti. Böylece Osmancık da yeniden İstanbul’a dönmüştü.
Hüseyin, amcasının kızı Şebnem ile aynı sınıfta okuyordu. Şebnem ne kadar tembel ise, Hüseyin de o kadar çalışkandı. Bu durum büyük bir huzursuzluk yaratıyordu. Babasının sık sık Hüseyin’i örnek göstermesi, Şebnem’ın Hüseyin’i kıskanmasına ve onunla konuşmamasına yol açmıştı. Babası, dersleri kötü olan kızının Hüseyin’le beraber ders çalışmasını istiyor, ancak kızı buna yanaşmıyordu.
Garip askerliğini bitirip gelmişti. Sık sık Hüseyin’le birlikte İstanbul’u gezmeye çıkıyorlardı. Hüseyin’in şaka ile “Araba alalım, böylece sen de bizle gelirsin, ağrıyan dizlerin de yorulmaz.” sözünü bile ciddiye alan Şerife Hanım, sürpriz olarak bir de taksi almıştı. Bu arada Garip’i evlendirdiler. Hayat böylece devam edip gidiyordu. Hüseyin okulda daha da başarılı bir öğrenci oluyorken, Şebnem tembelliğe devam ediyordu. Nitekim sınıfta kaldı. Babası da onu okula göndermeme kararı aldı.
Şebnem, bir gün Hüseyin ile yalnız görüşerek ondan bütün yaptıkları için özür dileyerek, Hüseyin’den tekrar okula gitmesi için kendisine yardımcı olmasını istedi. Hüseyin, Selahattin Bey’e adeta yalvarırcasına ricada bulununca, Şebnem’in babası onu kırmadı ve kabul etti.
Böylece, birlikte Eylül ayında yapılacak sınavlar için ders çalışmaya başladılar. Nitekim Şebnem sınıfını geçti. Bir daha da sınıfta kalmadı. Beraber liseye yazıldılar. Aynı sınıfta idiler. Hü seyin okulda herkes tarafından sevilen ve sayılan bir öğrenci idi. Şebnem’e her konuda yardımcı oluyordu. Hüseyin ise artık lise üçüncü sınıfta idi. Üstelik edebiyat dalında, gayet başarılı hikâye ler yazıyor, okulun duvar gazetesini çıkarıyordu.
İZMİR HİKAYELERİ
Kitabın Adı : İzmir Hikayeleri
Yazarı : Halid Ziya Uşaklıgil
1.KİTABIN KONUSU: Yazar bu kitabını, ömrünün son yıllarında yaşadığı olayları hatırlamak maksadıyla yazmıştır.
2.KİTABIN ÖZETİ:’’İzmir Hikayeleri’’eski İzmir'in buram buram kokan havası, kenar köşe semtleri, oraların her sınıftan ve her tipten insanları, o dönemin yaşam ortamını , gelenek ve görenekleri, kısacası bir zaman kesitinin İzmir folkloru , örnekleriyle , zengin bir kaynak halinde anlatılmaktadır.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:Yazarın geçmiş yaşantısını hatırlamak maksadıyla yazdığı anısal öykülerdir.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:Kitaptaki olaylar tamamen halk yaşantısından alınmıştır.Kitabın kahramanları ise yine olaylarda olduğu gibi tamamen halk içerisinde yaşayan normal halk insanlardan seçilmiştir.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Kitap okunmaya başlandığında kitabın önemli bir özelliği göze çarpıyor .Bu kitaptaki kahramanların hemen hepsi geniş, yaygın ve basit halk yığınları arasından seçilip alınmış oluşudur.Kitapta göze çarpan bir diğer özellik ise onun buradaki yazılarında süsten ve sanat kaygısından çok , bunlardan soyutlanmış bir dil ve anlatımı vardır.Yani yazar bu kitabında tamamen halkın içinden seçtiği olayları sade bir şekilde yazmıştır.
6.YAZARIN HAYATI HAKKINDA KISA BİLGİ:Servet-I Fünun romancılarından.İstanbul'da doğdu .1884’te ’Nevruz’ gazetesini , daha sonra ’Hizmet’ ve ’Ahenk’ gazetelerini kurdu.Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Arapça ve Farsça bilirdi.150’den fazla hikayesi vardır.
KARABİBİK
Yazar : Nabizade Nazım
Edebiyatımızda, köyü konu alan ilk romandır. Realizmin başarılı bir örneği olan roman, kimilerince uzun öykü sayılmaktadır. Konu Antalya’nın bir köyünde geçer. Karabibik’in toprakla mücadelesi, yaşam kavgası anlatılır. Romanda kişilerle çevre uyumu dikkat çekicidir.
Olay Antalya ili Kaş ilçesinin Beymelik köyünde geçer. Babasından kalan tarlanın dört dönümünü komşusuna satmış olan Karabibik kalan sekiz dönümlük kısmı Yosturoğlu’ na kaptırmamak için direnmektedir. Komşu Terme köyündeki Rum bakkal Yani’ den borç alarak bir öküz satın alır. Tarlasını sürer. Yosturoğlu da aralarındaki çekişmeyi unutup Karabibiğin kızı Huri’yi yeğeni Hüseyin’e ister. Karabibik mutludur. Bir süre sonra hastalanır , ancak kızının mürvetini gördüğü için huzurludur.
John STEINBECK’in inci kitabının özeti:
Pedro;Salinas’ta, deniz kıyısında, saz evlerde yaşayan yoksul denizcilerden biridir. Evleneli çok olmamıştır. İlk çocukları maalesef tedavi edemedikleri bir hastalıktan dolayı ölür. Artık umutları ikinci çocukları olmuştur. Bir sabah bebeği bir akrep sokar. Pedro hızla davranır ve akrebi öldürür. O ve eşi bebeği alır ve şehirdeki doktora götürürler. Doktor zengin ve acımasız bir insandır ve paraları olmadığını bildiği için çifti başından savar.
Eve döndükten sonra Pedro, bambudan yapılmış kayığını alır ve inci avına çıkar. Kıyıdan açıldıktan sonra dalar ve dipten o güne kadar görülmüş en büyük incilerden birini çıkarır. Evine döner ve eşine gösterir. Bu inciyi satarak kazanacakları parayla bebeği tedavi ettireceklerini sonra onu okutup bu yaşamdan kurtulacaklarını planlarlar. O gün Pedro’nun kardeşi ve karısı da evlerine gelirler ve tavsiyelerde bulunurlar.
Büyük incinin haberi tüm şehre ulaşmıştır. Doktorun ise inciye sahip olup Salinas gibi bir taşra kentinden kurtulup Paris’e gitmeyi planlamaktadır. Ertesi gün doktor uşağıyla tedavi için Pedro’nun saz evine gelir. Bebek iki gündür iyi durumda olduğu için Pedro doktoru reddeder. Doktor ise çocuğa bir ilaç içirir ve çocuğun ateşlenebileceğini söyler. Dediği gibi bebek ateşlenir ve doktor o esnada yeniden gelir ve çocuğun ateşini geçirir. Doktorun asıl amacı Pedro’nun inciyi nereye sakladığını öğrenmektir. Gerçekten konuşurlarken Pedro’nun gözü inciyi gömdüğü yere kaçar ve doktor incinin yerini öğrenir. Gece uyurlarken birinin geldiğini hisseder ve boğuşurlar. Boğuşma esnasında Pedro adamı bıçakla öldürür. Hırsızlar ayrıca yangın çıkartmıştır ve bazı saz evler yanmıştır. Pedro ve eşi kaçamaya karar verirler ama kayıklarının da delindiğini görürler. Pedro’nun karısı ona devamlı bu incinin uğursuz olduğunu ve ondan kurtulmaları gerektiğini söylemektedir. Yürüyerek kaçmaya karar verirler.
Yürüyüş esnasında kayalık bir arazide mola verirler. Dinlenirlerken yoldan birilerinin geçtiğini farkederler. Sessizce dinlerler ve bunların peşlerine düşen kelle avcıları olduklarını anlarlar. Artık arazide daha dikkatli olmaları gerekmektedir. Gece olunca bir kaya kovuğuna yerleşirler. Kelle avcıları ise elli metre ileride su başında yatmaktadır. Pedro adamları öldürmek için harekete geçer. Yaklaştığı esnada bebeğin ağladığını duyar. Avcılar da duymuştur ve bunu bir kurdun sesi sanmışlardır. Zarar vermesin diye sesin geldiği yöne nişan alırlar ve ateş ederler.
Ertesi sabah köylüler Pedro ve eşinin köye döndüklerini görürler. Yanlarında bebekleri yoktur. Pedro’nun karısının elinde kanlı bir şal durmaktadır. Köylüler bebeğin öldüğünü anlarlar. Pedro ve karısı deniz kıyısına giderler ve onlara devamlı uğursuzluk getirmiş olan bu inciyi denize,geldiği yere geri gönderirler.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Yoksul ve cahil insanlar yaşamın kendileri için hazırladığı yaşam çizgisinin dışına çıkamazlar.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE SAHIŞLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Bebeğin akrep tarafından sokulması büyük talihsizliktir. Pedro’nun çevresindekilerin inciyi ele geçirmek her türlü yola başvurmaları insanların para için herşeyi yapabileceği gerçeğini yansıtır.
ŞAHISLAR:
Pedro : Dürüst,fakir,devamlı ezilmiş ama umutlarını hala kaybetmemiş biridir. Ailesini düşkündür ve onlar için kendisini tehlikeye atmaktan kaçınmaz.
Pedro’nun Eşi: Fedakar bir kadındır. Romanda kocası bir kez ona vurur. Ama bundan dolayı gücenmez. İncinin uğursuz olduğuna inamakta ve ondan kurtulmaları gerektiğine inanmaktadır.
Doktor : İnsanları küçümseyen, paraya düşkün ve para için her türlü kötülüğü yapmaya hazır olan biridir.
5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitabı okumadan önce yazarı tanıyordum ve bazı eserlerini okumuştum. Yazar bilindik üslubu dışına çıkmayarak yoksul ve sıradan insanları konu ediniyor. Olay örgüsü ve insanların iç yüzünün para karşısında ortaya çıkması yaşamın üzücü gerçeklerindendir. Eserin okunmasının insana birçok şey kazandırdığı inancındayım.
SEFİLLER
KİTABIN ADI : SEFİLLER
KİTABIN YAZARI : VICTOR HUGO
YAYINEVİ : VARLIK YAYINLARI
BASIM YILI : 1992
KİTABIN KONUSU
Bu romanda Jean Valjean adlı bir köylünün, 19. yy.’un ilk 30 yılındaki serüvenleri anlatılır.Valjean aç ailesini doyurmak için ekmek çaldığından bir kadırgada kürek çekmeye mahkum edilmiştir.
ESERİN ÖZETİ
Birkaç kez kaçma girişiminde bulunduğundan mahkumiyet süresi 19 seneye çıkarılır 1815’de serbest bırakılır. Valjean Güney Fransa’da D kasabasına gider. Bir kürek mahkumu olduğundan kimse onu barındırmak istemez. Sonunda yaşlı ve çok iyi bir insan olan kasabanın piskoposu onu yanına alır ve ona çok iyi davranır. Valjean onun bu konuk severliğine piskoposun yemek takımlarını çalmakla karşılık verir. Polis kısa bir süre sonra Valjean’I yakalar ve piskoposa getirir piskopos Valjean’I hayrete düşürürcesine, yemek takımını Valjean’a hediye verdiğini söyler. Valjean’ın karşılaştığı bu durum onu derinden etkiler. Ondan sonra piskoposun güvenine layık olmaya mümkün olduğu kadar erdemli ve dürüst bir hayat sürmeye söz verir.
Valjean yıllar sonra takma bir adla Kuzey Fransa’da mücevherat üreticisi olarak devam ediyordur. Üretimde bir iki basit gelişme gerçekleştiğinden şimdi varlıklı bir insandır. Kasaba halkının güvenini kazanmış ve hatta belediye başkanı bile seçilmiştir. Kasabanın müfettişiJavert, tam bir dedektiftir ve amirinin kişiliğinden şüphe eder. Onu tam yakalattıracağı sırada adının Valjean olduğu bir diğer insanın başka bir suçtan yakalandığını ve tekrar kadırgaya gönderileceği haberini alır. Çok mahçup duruma düşen polis müfettişi belediye başkabıbdan özür diler, onun hakkında şüphelere düştüğünü anlatır. Valjean kendi adını taşıyan suçsuz bir insanın acı çekmesinden ötürü vicdan azabı duyar. Kahramanca bir hareketle mahkemeye gider, kendisini tanıtır ve kendi isteğiyle kürek mahkumluğuna döner. Birkaç yıl sonra tekrar kaçar ve kuzeye gider. Üretici olarak iş yaptığı yılların karşılığı olan parayı buraya gömmüştür. Para onu rahatça geçindirebilecek ve çevresinede yardım etmesine de imkan verecektir. İlk işi Cosetta adında bir kızı aramak olur. Kız bir zamanlar yanında çalışan Fantina’nın kızıdır. Fantina kızına bakmak için fahişelik yapmıştır. Fantina artık ölmüştür ve onu yetiştiren üvey anne ve babası ona kötü muamele etmektedir. Valjean onu evlatlık alır ve ona derin bir sevgiyle bakmaya başlar. Beraberce Parise giderler. Valjean bir rahibe manastırında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve Cosette da manastırın okuluna gider.
Cosetta büyüyünce Parisli bir öğrenci olan marius Pontmercy adında bir genç onunla ilgilenir. Cosette ve Marius, Paris’in Luxenburg Gardens adındaki parkında tanışırlar ve Valjean’ın kendisini ve Cosette’yi gizli tutmasına rağmen gizliden gizliye mektuplaşırlar.
Olaylar, ülkedeki iç huzursuzluklar sırasında doruğa ulaşır. Sosyalistler 1832’de, Paris’te hanedanlığa karşı başarısız kalan bir baş kaldırma hareketine girişirler Marius ve arkadaşları bu isyanda yer alırlar ve sosyal adalete bağlılığından ötürü kim olduğunun meydana çıkmasına bile aldırış etmeyen Valjean da isyana katılır. Sokak çatışmalarının ortasında eski düşman Javert ile karşılaşırlar. Onun bütün hayatı şimdi ellerindedir.Gerçi bir tek kurşun Javert’I ortadan kaldıracaksa da Valjean Jvert’ı serbest bırakır. Valjean’ın bu davranışı Javert’in, kesin meşruiyet ve hukuka dayanan ahlaki dünyasını alt üst eder. Hayatında ilk defa olarak bir mahkumun kanuna saygı duyan bir vatandaştan daha iyi bir insan olacağını düşünür ve kendini öldürür.
Bu arada barikatlar ardına çekilen isyancılar çevrilir. Karşı tarafın kuvvetleri daha fazladır. Çarpışmalar sırasında Marius ağır yaralanır. Valjean Marius’u, sırtında taşıyarak yer altındaki lağım kanallarına götürür. Burası hoş bir yer olmasa da, çatışma alanından uzaktır. Kendisini tamamen kaybetmiş ve hemen hemen ölü olan Marius, büyükbabasının evine getirilir. Marius hayatını kimin kurtardığını bilmemektedir.
Valjean, Cosette ile Marius arasına girmemeye karar verir. Cosette’nin Marius’u sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlar. Cosette’ye büyük miktarda para verdikten sonra inzivaya çekilir. Marius önceleri bunu kabul eder fakat hayatını kurtaranın Valjean olduğunu öğrenince Cosette ile birlikte son bir defa görmek için ihtiyar adamın yatak ucuna giderler. Valjean ölüm yatağında, seneler önce, evliya gibi biri olan psikopozun inanılmaz bir jestle kendisine hediye ettiği ve böylece Valjean’ın ruhunu kazandığı gümüş şamdanlığı Cosette’ye hediye eder.
ANAFİKRİ
Kendisine her zaman kötü davranılan bir mahkumun, kendisine iyi davranan biriyle
beraber olduğu zaman kişiliğinin ve davranışlarının iyiye doğru gidişatı gözlenmiştir.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ
JEAN VALJEAN: Romanın kahramanı. Önceleri basit, çalışkan bir köylüyken sonradan bir mahkum olarak hayata küskünlük duyar.
JAVERT: Hiç bir zaman satın alınamayacak kadar namuslu bir polis memuru.
MARIUS PONTMERCY: Albayın oğlu. Kendisini babasının anısına adıyan bir genç.
COSETTE: Fantine’nin kızı, Valjean’ın evlatlığı. Sevimli bir kız.
FANTINE: Karakteri bakımından iyi bir kız ise de şartlar onu bir fahişe olmaya zorlar.
KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Eserde tarihsel olaylar, kişilik çözümlemeleri, siyasal düşünceler, insanlar arasındaki günlük ve basit ilişkiler iç içe ve büyük bir ustalıkla anlatılmıştır.
Çocuk Kalbi
KİTABIN ADI : Çocuk Kalbi
KİTABIN YAZARI : Edmondo De Amicis
KİTABIN ANA DÜŞÜNCESİ
Etrafındaki öğrenci arkadaşlarına göre maddi bakımdan iyi durumda olan ve ailesi tarafından ilgi gören çocuğun bu ilgiye fazla layık olamaması.
Bu ana düşünce çocuğa doğrudan verilmemiştir. Hikayenin sonunda ana düşünce daha net verilmiştir.
Bu kitap bir çocuğun ailesine saygılı davranması gerektiğini,arkadaşlarına iyi davranmasını gerektiğini göstermiştir. Yardımlaşmanın önemi belirtilmiş ve önyargılı davranmamamız gerektiği belirtilmiştir
KİTABIN ÖZETİ
İtalya da bir mahalle okulunda 3.sınıfa yeni başlayan Enrico yeni öğretmeniyle tanışınca ilk başta hoşlanmaz. Eski öğretmeninin o güler yüzünü hatırladıkça üzülür fakat daha sonra yeni öğretmeninden hoşlanmaya başlar. Birgün Robetti adında bir çocuk okula giderken bir çocuğun atlı tramvay yolunda düştüğünü görür. Çocuğu kurtarırken kendi ayağı atlı tramvayın altında kalır. Bunu gören Enrico üzülür.
Başka bir gün Enriconun sınıfına Calabriali bir öğrenci gelir. Öğretmen sınıfla kaynaşmasını sağlar.Uzaktan gelen bu öğrenciye iyi davranılmasını ister. Yine günün birinde annesi ve kız kardeşi ile yoksul bir kadına çamaşır götüren Enrico kapıyı açan kadını görür ve içeride sınıf arkadaşını görür. Babası olmayan crossi bütün zorluklara rağmen karanlık odada dersini yapmaya çalışır. Bu duruma üzülen Enriconun annesi para yardımında bulunur. Kitabın sonlarına doğru Enrico annesine saygısızlık yapar.Bu olaya üzülen anne ve babası Enricoya nasihatlarda bulunur.
KİTABIN KONUSU
Kitabın konusu İtalya da bir mahalle okulunda 3.sınıfı okuyan bir öğrencinin yazdığı bir yıllık okul hikayesidir.
Konu ilgi çekici bir biçimde sunulmamıştır. Konusu olsun,içeriği olsun eğitici ve düşündürücü bir kitaptır.
KAŞAĞI
KİTABIN ADI : KAŞAĞI
KİTABIN YAZARI : ÖMER SEYFETTİN
YAYIN EVİ VE ADRESİ : ŞAFAK YAYIN EVİ İSTANBUL
BASIM YILI :1997
Kitabın Konusu
Kardeşine iftira atıp, onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun dramı anlatılmaktadır.
Kitabın Özeti
Annesi, İstanbul’a gittiği için kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmaz. Bu, babasının seyisi, yaşlı bir adamdır. En sevdikleri şey atlardır. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, onlar için çok zevklidir.Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşlarına gider. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerinde duramaz, bunu gören küçük çocuk ben de yapacağım! diye tutturur.
O vakit Dadaruh, onu Tosun’un sırtına koyar, eline kaşağıyı verir,
- Hadi yap! Der.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdı.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, der.Ama adam izin vermez ancak boyu at kadar olunca yapabileceğini söyler.Boyu atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı.Bir gün yalnız başına kalır. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyanır. Kaşağıyı arar, bulamaz. Annesinin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen alıp,
Tosun’un yanına koşar, karnına sürtmek ister fakat rahat durmaz.
- Sanırım acıtıyor? Diye düşünür.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine bakar. Çok keskin, çok sivridir. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başlar. Dişleri bozulunca yeniden dener. Gene atların hiçbiri durmaz ve kızar. Öfkesini sanki kaşağıdan çıkarmak ister. On adım ilerdeki çeşmeye koşar. Kaşağıyı yalağın taşına koyup yerden kaldırabildiği en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başlar. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezip, parçalar. Sonra yalağın içine atar. Babası çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı görür; Dadaruh’a yanına çağırınca çok korkar. Dadaruh şaşırır, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babası bunu kimin yaptığını sorar.Dadaruh,
- Bilmiyorum, der.
Babasının gözleri ona döner, daha bir şey sormadan, çocuk kaşağıyı kardeşi Hasan’ın kırdığını söyler. “Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi” der.
Babası Hasan’I çağırır.
-Bu kaşağıyı niye kırdın?diye sorar.
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktıp, sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, der.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, der babası. Hasan inkârda direnir. Baba öfkelenir. Üzerine yürür “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirir.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırır.
Artık ahırda hep yalnız oynar. Hasan eve hapsedilir. Annesi geldikten sonra da bağışlanmaz.Annesi onun iftira atabileceğine hiç ihtimal vermez.
Ertesi yıl anne, yazın gene İstanbul’a gider.Hasan’a ahır hâlâ yasaktır. Bir gün birdenbire hastalandı. Doktor “Kuşpalazı” der. Babası yatağın başucundan hiç ayrılmaz.Hizmetçi kardeşinin öleceğini söyler ve çocuk ağlamaya başlar.Gece uyuyamaz, uykuya dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözünün önüne gelir “İftiracı! İftiracı!” diye karşısında ağlar.Pervin’i uyandırır. Hasan’ın yanına gitmek istediğini ve babasına bir şey söylemek istediğini söyler.Yarın söylersin, der.Sabaha kadar gene gözlerini kapayamaz. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırır.Ama zavallı suçsuz kardeşi, o gece ölmüştür.
Kitabın Ana Fikri
Yalan söylemek kötü bir alışkanlıktır.
Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirilmesi
Büyük çocuk : Hasan’ın abisidir.babasından çok korkar.Atları çok sever.
Hasan : Küçük kardeştir.O da babasından çok korkar ve atları çok sever.Geçirdiği hastalık ölümüne sebep olur.
Dadaruh : Evin seyisidir. Bütün zamanını atlarla geçirmekyen çok zevk alır.İki çocuğu da çok sever.
Pervin : Evin hizmetçisidir. Çok yumuşak kalplidir ve herşeyi açıkça söyler.Bir o kadar da sulugözdür.
Baba : Çocuklarının üzerinde büyük bir otorite sahibidir. Çocukları onu çok sever ama ondan çok korkarlar.
Kitap Hakkında Şahsi Görüşler
Yazar olayları ve yer betimlemelerini çok güzel ve yerinde yapmıştır.Akıcılığı sağlamış, okuyucuyu sıkmadan akıcı bir şekilde okuyabilmesi için bütün imkan ve kabiliyetlerini sergilemiştir.
Yazar Hakkında Bilgi: Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir. Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884′te Gönen’de doğdu. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi’nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray’daki Mekteb-i Osmani’da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi’nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi’ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye’yi bitirdi. 22 Ağustos 1903′te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları “Genç Kalemler” dergisinin kadrosuna katıldı. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Kısa bir süre “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığını yaptı. lan Calibe Hanım’la evlendi (1915). Eylül 1918′de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920′de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi’nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939′da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki Asri Mezarlık’a taşındı.
Eserleri
Romanları
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
“Fantezi roman” olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908′den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe’nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.
Yapıtları
Öykü : Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; Bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.
Sergüzeşt
KİTABIN ADI : Sergüzeşt
YAZARI : Samipaşazade Sezai
YAYIN EVİ ADRESİ : Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları/Ankara
BASIM YILI : 1984
KİTABIN KONUSU
Romanın konusu bir esir kızın hayatını,çektiği acıları anlatmaktadır.
KİTABIN ÖZETİ
Dilber yaşadığı hayattan kurtulmak için evinden kaçar.Bir tüccarın eline düşer ve tüccar kızı esir pazarında memura satar.Memur ailesi de kendilerine yük olduğu gerekçesiyle esirciye satarlar. Esirci Dilber’in güzelliğini keşfedip besler ve yüksek bir fiyata oğlu için uygun gören bir hanımefendiye satar.
Hanımefendinin oğlu Celal Bey Avrupa görmüş ressamdır. Kızdan hoşlandığı ve de onun esiri olduğundan, sık sık çeşitli kıyafetlere sokarak, ustasından öğrendiği şekilde tasvirlerini yapmaya başlar. Bütün bunlar kıza zulüm gibi gelir, dayanamayıp ağlamaya başlar. Celal Bey Dilberle evlenmek ister ancak işin içine aile bağları girer.Bunun farkına varan annesi Dilber’i esirciye sattırır. Celal bunu duyduğu zaman yataklara düşer ve bir daha kendine gelemez. Annesi yaptığı yanlışın farkına varır fakat artık çok geçtir.
Bu arada Dilber Mısırlı bir tüccara satılmıştır. Saray gibi bir yerin harem bölümünde diğer kızlarla yaşamaya başlamıştır. Haremağası Cevher Ağa’da Dilber’i kızı gibi sevmiştir. İstanbul’a göndermeyi istemektedir. Dilber’i kaçırmak için dışarıdan merdiven dayayarak Dilber’i indirir. Ama kendisi ihtiyar olduğundan ve heyecanın da etkisiyle düşer ve ölür.Ne yapacağını şaşıran esir kız, çaresizlik içinde kendisini Nil nehrine atar ve hayatına son verir.
KİTABIN ANA FİKRİ
Hiçbir zaman intiharı son çare olarak görmemeliyiz.Adaletin elbet birgün tecelli edeceğini unutmamalıyız.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Soylu ve zengin bir aile çocuğunun esir bir kıza sırılsıklam aşık olması gibi okuyucuyu meraklandıran ilginç olaylar vardır. Romandaki bazı şahıslar şunlardır:
Dilber : Çok gururlu ve sakin bir kızdır.Onu gören herkes aşık olmaktadır fakat esir olmasından dolayı evlenmesi mümkün olmamaktadır. Kurtuluşu intihar etmekte bulmuştur. Günümüzde böyle insanların eşya yerine konması bir insanlık ayıbı sayılmaktadır.
Celal Bey : Namuslu iyi terbiye görmüş ve iyi bir eğitim almış, soylu bir ailenin çocuğudur.Dilber’in satılmasından sonra akli dengesini yitirmiştir.
Cevher Ağa : Yardımsever ve çok babacan bir insandır. Dilber’i kızı gibi sevmiştir. Onu esir hayatından kurtarmak istemiştir fakat ömrü buna yetmemiştir.
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Eserde tutsak bir kızın başından geçenler anlatılmış, dönemin toplumsal sorununa gerçekçi bir yaklaşımla değinilmiştir. Bunun yanında, konuşmaların sadeliği, günlük dile uygunluğu ile de dikkati çekmektedir. Okuyucuyu meraklandırarak kitabın okunmasını sağlamaktadır.
KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ
Samipaşazade Sezai, Türk yazar (İstanbul 1860-1936). Paris’e kaçarak jöntürk hareketine katıldı ve örgütçe yayımlanan Şura-yı Ümmette başyazarlık yaptı(1901-1908). Madrid’de elçi olarak bulundu(1909-1914). Sergüzeşt(1889) adlı romanı Türk edebiyatının ilk gerçekçi romanı olarak kabul edilir.
Kitabın Özeti : Yöneticiler ve yönetici adayları için, akademik seviyede hazırlanmış mükemmel bir yönetim el kitabı.
1-Yönetimle ilgili yüzyıllara uzanan bir bilgi birikimin varlığı, bu varlığı kullanırken gerekli olan yetenek, yeryüzünde pek çok insanın yöneticilik yaparak geçimini sağlaması, yönetimin hem bilim ve sanat, hem de bir meslek olduğunu ortaya koyuyor.
İnsanlar vardır, bilgiye sahiptirler; fakat beceremezler. İnsanlar vardır, becerirler, fakat bilgileri noksandır. İdeal olanı hem bilmek hem de becermektir.
Siz de bilgi ve becerilerinizi yoklayın. Noksan olan birşeyler mi var? Mutlaka tamamlamalısınız.
Yönetici misiniz?… Öyleyse kim olduğunuzu ve öneminizi bilin!
Siz, yönettiğiniz kimselerin beynisiniz. Onun bütün unsurları size bağlıdır. Sizde meydana gelebilecek bir arıza, sistemi felce uğratabilir. Bu nedenle kim olduğunuzu ve öneminizi unutmadan görevinizi yerine getirmelisiniz.
Bir yönetici sosyal bilimlere vakıf olmalıdır. Çünkü sosyal bilimlerin yönetime kaydadeğer katkıları vardır.
Psikolojiden ferdi, sosyolojiden grup, tarihten tecrübe, antropolojiden kültür, ekonomiden büyüme, ekolojiden uyum felsefeden ise kural bakış açılarını alan yönetimin, bunlardan yoksun kaldığı zaman hareket edemeyecek kadar dar bir alana sıkışacağı açıktır.
Buradan çıkan mesaj şudur: Yönetmeye talip olan, merdivenin basamaklarını tırmanmak istiyorsa, bütün sosyal bilimlerden genel manada haberdar olmak ve gerektiğinde onlara da müracaat etmek zorundadır.
2-Yönetim geçici ve anlık değildir. Bir yerde başlayıp bir yerde bitmez ve hep devam eder. Birbirini tamamlayan faaliyetler ve davranışlar dizisidir. Fonksiyonlarıyla yaşar.
İnsanlar ve örgütler var oldukça, yönetim de var olacaktır. Yönetim, insanlar ve örgütlerle birlikte yaşamaya devam eder. Çünkü o, fonksiyonları ölçüsünde bir süreçtir.
Yönetim fonksiyonları da ihmal edilmemelidir.
Yönetimin fonksiyonları şunlardır:
Planlama, örgütleme, yön verme, koordinasyon, kontrol, karar verme, motivasyon, yenilik yapma. Yönetimin fonksiyonları ihmale gelmez.
Bir örgütün daha verimli ve etkin hale getirilememesi yönetimle ilgili bir meseledir. Yönetici örgütü verimli hale getirmek için mevcut kaynaklarla en fazla ürünü elde etmesini bilmelidir.
Bir örgütün üç temel kaynağı vardır. Fiziki kaynaklar, mali kaynaklar ve insan kaynakları. Bu üç kaynağın da verimlilik üzerinde etkileri vardır. Yönetici bu üç kaynağı en iyi şekilde kullanabilmelidir ki verimliliği en üst düzeyde elde etsin.
3-Liderlik, yönetimin başarısı için gerekli bir unsurdur. Liderlikle buluşamayan bir yöneticilik, başarıyı simgeleyen madalyonu çok zor kazanır. Liderlik bağı, kişiler üzerinde güç sahibi olmayı değil onları etkilemeyi hatırlatır.
Hiç kimse piyon olarak doğmaz. Her insanda liderlik potansiyeli vardır.
Önemli olan bu potansiyeli ortaya çıkarmak, işlemek ve kullanılacak duruma getirmektedir.
‘Yöneteceğim’ diyorsanız. ‘Liderim’ de diyebilmelisiniz. Çünkü yöneticiler aynı zamanda liderin niteliklerine sahip olur ve onların yaptıklarını yapabilirse, ilerlemeye devam ederler.
4- Lider yönetici fiziki ve kişilik özellikleri yönüyle izleyicilerden farklıdır.
Üzerinde en çok durulan özellikler şunlardır:
Yaş, boy, cinsiyet, yakışıklılık, güzellik, olgunluk, başkalarına güven verme, kendine güven duyma, güzel konuşma, samimiyet, doğruluk, zeka, bilgi, kişiler arası ilişki kurma yeteneği, ileriyi görebilme, inisiyatif sahibi olma, hissi olgunluk, kararlılık, açıksözlülük, dürüstlük… Lider yönetici yetiştirirken, bu özelliklere yönettiği insanlardan daha fazla sahip olur.
Üretken olan Lider yöneticinin özellikleri şunlardır:
a-Direktifçi: Yetkindir ve kişilik gücüne sahiptir, sert ama adildir. Hareketlendirici ve zorlayıcıdır, kararları kendisi verir. Elemanlarıyla mesafelidir. Ödüllendirir. Göreve yönelik davranır. Çatışmaları doğrudan kendisi göğüsler.
b-İşbirlikçi: Grup kabulünü ister. Danışmacıdır. Destekleyicidir. Ekip oluşturucudur. Kararlarda mutabakat sağlar. Elemanlarıyla yakındır. Grup başarısına katılarak kontrol eder. çatışmalar çözülürken görüşler birleştirilir. Hedeflere ulaşmak için işbirliği arar.
c-Arkadaşça: Eşitlik taraftarıdır, meslektaşlarının kabulüne önem verir. Birleştiricidir. Liderliği paylaşmadan yanadır. Etkili kararları kabul eder. Karşılıklı saygıdan yanadır. Ekip başarısı için kişisel sorumluluk ister. Çatışmaları üretken tartışmalarla çözmek ister.
Çalışacak saha, yeteneğine uygun olduktan sonra, lider yönetici tahammülü sayesinde karşısına çıkan bütün engelleri bertaraf eder ve başarılı olur. Lider yönetici dayanıklı, engel ve zorlukların kıymetini bilen, cesur kişidir.
Yöneticinin dikkat etmesi gereken unsurlar vardır. Bunlara dikkati ölçüsünde yöneticiliği hem devam eder hem de başarılı olur.
a-Yönetici kendi üstleriyle uyum içinde çalışmayı bilmelidir.
b-Yönetici meslektaşlarıyla uyum içinde çalışmayı bilmelidir.
c-Yönetici astlarıyla da uyum içinde olmalıdır. Çünkü yönetici astlarla iş görüşür. Yöneticinin başarısı onların bekleneni vermesine bağlıdır.
d-Yönetici, yapılan işi en az kendi astları kadar iyi bilmelidir ki işlerde meydana gelen alışkanlıkların düzeltilmesinde etkili olabilsin.
e-Yönetici kendini aşabilen insan olmalıdır. Problemler yöneticiden kaynaklanmamalıdır. Yönetici otoritesini iyi kullanmalıdır. Ancak otorite sahibi olmak başarılı olmak için yeterli değildir.
5-Etkili lider, yönetici, hoşlanmasa bile, otoriteyi örgütsel hayatın bir gerçeği olarak kabul eder. Kendisi astlarına karşı adil kullandığı gibi, amirlerinin de adil kullanmasını bekler. Hele hele gerekmediği halde, otoriteyi atıl bırakmaz. Fakat otoritenin de arkasına gizlenmez. Otorite, yöneticinin kullanabileceği en etkili silahlardan biridir.
Otoritenizi kullanın! Gücünüzü küçümsemeyin ve onu üretken kılın.
Güç, başkalarını etkilemede yetersizdir. Gücünüzle birleştiremediğiniz bir otorite yetersiz kalabilir.
Gücün temelleri şunlardır:
Uzmanlık gücü, kanuni güç, ödüllendirme gücü, cezalandırma gücü, zorlayıcı güç, kişilik gücü, ilgi yoluyla güç v.b.
6-Yönetici örgüt içindeki grupların farkında olmalı ve gruplardaki kişilerin ilişkilerine vakıf olmalı böyle bir yönetici adeta grubunun bir üyesi gibi düşünebilir. Ve bu da grubun yönetimi hususunda ona büyük avantajlar sağlar. Grup liderini etkileyebilen yönetici grubun örgütün amaçlarının gerçekleşmesi için yapılan faaliyetlerin bir parçası haline getirebilir.
7-Ehliyetli bir lider yönetici astlarını teşvik etmesini bilmelidir. İnsanlar genellikle fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçları giderilerek başarılı olma, güç kazanma, bağlanma, inanç, tutum ve isteklerin desteklenerek teşvik edilebilirler. Astlarını teşvik eden yönetici onları motive etmiş sayılır.
8-Örgüt içerisindeki grupların ya da fertlerin münasebetleri bazen çatışmalara dönüşebilir. Bunları önlemek ve olmaması için çareler aramak yöneticinin vazifeleri arasındadır.
Bugün artık çatışmaların bir örgüt için kaçınılmaz olduğu bilinmektedir. Bu durumda önemli olan bu çatışmaların nasıl yönetileceğidir.
Çatışmaları etkili bir biçimde çözmek istiyorsanız şunlara dikkat etmeniz gerekir:
a-Çatışma gerçeğini kabul edin.
b-Çatışmanın kaynağını belirleyin.
c-Diğerleriyle konuyu tartışın.
d-Tartışmak amacıyla toplantı yapın.
e-Uzlaşmak için fikir birliği sağlayın.
f-Yardımlaşma isteyin.
Çatışmalar zararlı bir noktaya varmadıkça örgütünüz mutlu bir aile görüntüsü verir.
9-Lider yönetici amaçlara göre yönetmeyi gerçekleştirebilmelidir.
Amaçlara göre yönetim, yetki ve sorumlulukları güçlendiren, birey ve örgüt amaçlarını birbirine yaklaştıran ve ekip çalışması oluşturan bir süreçtir. Bu sürecin dört safhası vardır:
1-Amaçların belirlenmesi,
2-Faaliyetlerin planlanması,
3-Özkontrol,
4-Değerleme.
10-Lider bir yönetici olmak için gereken unsurlardan biri de konuşma sanatını iyi bilmektir. Lider yönetici kalpler güzel konuşmasıyla girebilir. Bu nedenle konuşma tarzı fevkalade önemlidir.
Konuşmanın dikkat edilmesi gereken altı önemli öğesi vardır:
a-Ses hacmi: Konuşurken sesiniz rahatça duyulabilmelidir.
b-Hız: Gerektiği yerde hızlı, yavaş veya coşkulu konuşma ayarlanabilir.
c-Ses perdesi: Gerektiği yerde sesin alçaltılması veya yükseltilmesinin ayarlanmasıdır.
d-Kalite: Sesin kendine has durumudur. Ses aygıtları, fiziksel durumlar ve duygusallık, ses kalitesini etkiler.
e-Tonlama ve telaffuz: Tonlama, çıkarılan seslerin yapısını, kalınlığını ve inceliğini anlatır. Kelimelerin gerçek şekilleriyle seslendirilmesi iyi bir telaffuzun varlığına bağlıdır.
f-Lehçe ve tarz: Konuşmanın dil kurallarına en uygun lehçe ile yapılması konuşmanın başarısına büyük katkıda bulunur.
11-Lider yönetici fertlerin bilinmeyen yönlerini (ferdin de farkında olmadığı yönlerini) açığa çıkarmasına yardımcı olur.
Lider yönetici için olaylara bakış açısı iki şekilde olmalıdır:
a-Olaylara farklı boyutlardan bakabilmek.
b-Olaylara bir bütün olarak bakabilmek.
Lider yönetici kendinden ve başkasından azami derecede istifade eden kişidir. Bunu yapabilmesi için de kendisini ve elemanlarını çeşitli açılardan tutarlı bir şekilde tanımasına bağlıdır. Bir yönetici bilmeli ki herkesin yedek kuvvetleri vardır. Etkili dürtüler olmadan, bu yedek kuvvetlerin cepheye sürülmesi pek mümkün değildir.
12-Lider yönetici, olumlu eleştirilere duyarlı olmalı ve gerektiğinde görüşlerini değiştirmeyi bilmelidir. Lider yönetici bilir ki, insanın kendisi, hatalarının tamamının farkına varamayabilir. Bu yüzden kulaklarını başkalarına çevirmelidir. Gelebilecek eleştirileri dinlemeli, tarafsız bir muhakemeyle değerlendirmeli ve doğru hususlarda mutlaka dikkatli davranmaya ve hatayı yeniden tekrarlamamaya çalışmalıdır.
13-Lider yönetici astlarının performansını objektif bir şekilde değerlendirmelidir. Bunu da aşağıdaki konuları düşünerek yapabilir: Ücret artışları, ikramiyeler, eğitim, disiplin, terfiler.
Performans değerlendirmesi, esasında dikkate alınabilecek ölçüler üç ana başlık altında toplanabilir:
a-Kişisel nitelik, çalışma ve iç tutumuna ilişkin ölçüler.
b-Kişiliğe ilişkin ölçüler,
c-Potansiyele ilişkin ölçüler.
14-Lider yönetici gerektiğinde yetki ve sorumluluklarını astlarına devretmesini bilmelidir. Bu, örgütün başarısını arttıran bir unsurdur. Lider yöneticinin mutlaka yapması gereken sorumlulukları vardır. Bunlar:
a-Uygun yetki ve sorumluluklar, görevi en iyi şekilde yerine getirecek olan en yetkili astlara verilir.
b-Lider yönetici, görev verdiği elemana yetki ve sorumlulukta verir.
c-Lider yönetici, astlarına daima verdiği görevden sorumlu tutar.
d-Lider yönetici görevlerin bir kısmını astlarına vermiş olsa bile kendi üst yöneticisine karşı tüm sorumluluğu üstlenir.
e-Lider yönetici kendisine yüklenen bir sorumluluğu elinden geldiğince yerine getirmeye çalışan bir astını asla cezalandırmaz.
f-Etki ve yeteneklerini ancak yetki verme sanatı yoluyla geliştire-bileceğine bilir.
15-Lider yönetici gerektiği zaman vazifelerin yerine getirilmesi için yüksek performanslı ekipler kurmalıdır. Bu ekipleri kurarken dikkat etmesi gereken özellikler vardır. Bunlar:
a-Ekibin her üyesi ekip hakkında bir sahiplik ve kontrol duygusu taşımalıdır.
b-Ekip üyeleri arasında karşılıklı mutabakata dayalı anlaşma olmalıdır.
c-Ekip faydalı çatışmalara açık ve yenilikçi fikirleri geliştirmeye müsait olmalıdır.
d-Ekipte etkili bir haberleşme sağlanmalıdır.
e-Örgüt üst yönetimi, ekibe rahat hareket edebilmesi için yetki vermeli, ekip üyeleri de kendi üyelerine yetki ve destek vermelidir.
16-Lider yönetici okuma ihtiyacı duyan bir kişidir. Çünkü lider yönetici bilir ki okumayan insanın dünyası tektir; okuyan insanın önüne de hergün yeni dünyalar açılır. Lider yönetici okuduğu kitaplardan en iyi şekilde istifade etmelidir. Bunun yolları da Şunlardır:
a-Amaç belirlenmelidir.
b-Okunacak şey isabetli tespit edilmeli ve yönetici gereksiz bilgilerle oyalanmamalıdır.
c-İyi bir okuma ortamı sağlanmalıdır.
d-Dikkatini sadece okuduğuna yöneltmelidir.
e-Önemli bilgileri not etmelidir.
f-Öğrendiklerini unutmamalıdır.
Okuma gerçekleştirilirken üç husus aynı anda gerçekleştirilmeli ki beklenen fayda temin edilmiş olsun. Bunlar: Okumak, öğrenmek ve unutmamaktır.
17-Lider yönetici herhangi bir başarısızlık durumunda ‘Keşke!’ yerine ‘Gelecek sefere’ diyen kişidir. Çünkü ‘keşke!’ kaybolan ümitleri ‘Gelecek sefere’ ise yeni ümitleri sembolize eder. Lider yönetici ise ümidini yitirmeyen kişidir ve lider yönetici aynı zamanda hatalarından ders alan ve onları tekrarlamayan kişidir. Tekrarlanmayan hatalar fayda sağlar. Tekrarlanan hatalar ise öldürücüdür.
18-Lider yönetici, zamanını iyi ayarlayan kişidir. Zamanı denetlemenin yolu, insanın kendisini denetlemesinden geçer. Zaman kaynağını harcayan şeyin kendisi olduğunu bildikten sonra, harcamayı fazla yapan odak noktayı tespit etmiş demektir. Artık kendisini denetlemekle zamanı denetleyecektir.
Fakat pratik gösteriyor ki, pek çok yönetici zaman konusunu ihmal etmektedir. Sırf zamanı kötü kullandığı için faaliyetlerinden olumsuz sonuçlar alan yöneticiler bahaneyi hep başka kaynaklarda aramaktadırlar.
Bütün mesele, yöneticinin önce kendisini tutarlı olarak yönetmesine bağlıdır. Kendinizi yönetmezseniz, başkalarını da yönetemezsiniz. Kendi zamanınızı denetleyemezseniz, başkalarının zamanlarını asla.
19-Yetenekli bir yönetici, bir lider yönetici konuşmaktan çok dinleyen kişidir. Dinlemek, asıl problemlerin su yüzüne çıkmasına neden olur ve yönetici insanlarla geçinebilmek ve aynı anda da amaçlara hizmet edebilmek için atması gereken adımları iyi ayarlayabilir. İnsanlarla geçinebilmek ve onları üzmeden, darıltmadan yer değişiklikleri yapabilmek için yöneticinin yapması gereken önemli unsurlar vardır. Bunlar:
a-Takdir edin ve övün.
b-Hataları doğrudan değil de, vasıtalar kullanarak gösterin.
c-Başkalarının gururlarını koruyun.
d-İnsanları başarıya sevk edin.
e-Onlara değer verin.
f-Yanlışların kolayca düzelebileceğini gösterin.
g-Yaptırmak istediğiniz işi sevdirin.
20-Yönetici liderin yöneticilik becerisine en fazla kriz anlarında ihtiyaç duyulur. Çünkü kriz acil durumu ifade eder. Çözülmesi gereken bir veya birden çok problem, örgüt hayatını tehlikeye sokar ve kısa süre içinde çözülmeleri gerekirse, bir krize girilmiş demektir.
Herhangi bir kriz anında yönetici, önce durumun niteliğini ve boyutlarını belirlemek zorundadır. Zamanında ve yerinde sorular sormak, genellikle problemin çözümünde kilit rol oynar. Bir kriz anında aşağıdaki gibi sorular sormak mümkündür:
a-Durumun kritiklik seviyesi nedir?
b-Olabilecek en kötü şey nedir?
c-Bu karmaşanın ana etkeni nedir?
d-Alternatif çözüm yolları nelerdir?
e-En fazla kimin moralinin bozulma ihtimali var?
f-İlgili kişilerin en çok suçlayacağı kişi kim olacaktır?
g-Durumdan yararlanmaya kalkacak kişiler var mıdır?
h-Herşey bittikten sonra hangi gruplar birbirine güvensizlik duyabilir?
Krizlerin meydana getirdiği olumsuz etkilerin giderilip, örgütü tekrar harekete geçirmenin üç ana kuralı vardır:
a-Verimli çalışmayı engelleyen engelleri ortadan kaldırmak.
b-Örgütün hedeflerini yeniden ve eskisinden daha güçlü olarak belirlemek.
c-Kriz boyunca yapılan başarılı çalışmaları değerlendirmek ve gerekirse ödüllendirme yoluna gitmek.
21-Bir yöneticinin daima hatırlaması gereken ve gerekirse çerçeveletmesi lazım olan veciz sözler şunlardır:
*Kişisel olarak farkedilme arzusu taşımalı ve bunu kazanmak için çalışmalısınız.
*Talihsizlikleri, cesaretsizliği, reddedilmeyi ve hayal kırıklıklarını yenme isteğine sahip olmalısınız.
*Sabırsız zorlamalarla lider yönetici olamazsınız. Hazırlık ve tecrübe çok önemlidir.
*Görev başarınızın çok çalışma hevesinize bağlı olduğunu unutmamalısınız. Alın teri, ilhamdan önce gelir.
*Yetenekli astlarınızın ya da rakiplerinizin varlığını tehlike gibi düşünmemelisiniz. Tam tersine, lider bir yönetici ancak güçlü astlar, yetenekli yardımcılar vasıtasıyla başarıya ulaşır.
*Liderlik ettiğiniz kişilere, karşılık beklemeden fedakarlıkta bulunabilmelisiniz.
*Tabii davranmalı ve mevkinizin sahte gururuna kapılmamalısınız.
*Hatalarınız olabileceği gerçeğini kabul etmeli ve başarılı olabilmek için her gün bir önceki günden daha fazla çalışmanız gerektiğini bilmelisiniz.
*Astlarınızın arasında morali, dürüstlüğü, adaleti sözlerinizle değil, davranışlarınızla yerleştirmelisiniz.
*Astlarınızın amaçsız kalmasına izin vermemelisiniz.
*Astlarınıza, kendilerinden neler beklediğinizi öğretmelisiniz.
*Gücünüzü asla kötüyü kullanmamalısınız. Sıkıntılı anlarda önce astlarınızı düşünmelisiniz.
*Astlarınız arasında sağlıklı bir rekabet ortamı oluşturmalı, ama bunun yıkıcı bir hal almasına izin vermemelisiniz.
*Bencil ilişkilere girmemeli ve astlarınızdan yararlanmaya kalkmamalısınız.
*Moral ve disiplinden yoksun olmak, örgütünüze gelebilecek en bulaşıcı hastalıktır.
*Anlamadığınız konularda asla karar vermemelisiniz. Karar vermede cesaretin kılavuzu sağduyudur.
*Temiz ve mümkün mertebe güzel giyinmelisiniz.
*Ününüz size bağlıdır. İnsanlardan, insanların sizden övgüyle bahsedecekleri biçimde bahsedin.
*Kendi hareket ve ilginizi gerektiren sorumlulukları asla başkalarına yüklememelisiniz.
*Çevrenizde, yetki verirken kendinizi rahat hissedebileceğiniz astlar olmalıdır.
*Herhangi bir asta, onun için değeri olmayan bir ödül asla vermemelisiniz.
*Yaklaşılabilir olmalısınız.
*Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını beklememelisiniz.
*Hiç kimseyi küçümsemeyiniz.
*Geleceğinizi, geçmişin gücü üzerine kurunuz.
*Kendinizi aşırı ciddiye almayınız; hatalarınızı göremeyebilirsiniz.
*Yanlış soru sorarsanız, daima yanlış cevap alırsınız.
*Astlarınızın çalışmalarına ilham kaynağı olmalısınız.
*Arkadan gelirseniz, asla lider bir yönetici olamazsınız.
*Meşgul gibi görünmekle, çalışmayı birbirinden ayırabilmelisiniz.
*Şansa asla güvenmemelisiniz.
Sonuç olarak etkili bir örgüt yönetimi, baştan buyana işaret edildiği gibi, örgütün insani yönünün en verimli bir şekilde yönetilmesine bağlıdır. Yöneticilerin veya yönetici olmak isteyenlerin bu gerçeği hiçbir zaman unutmamaları ve yönetimle ilgili elde edebildikleri diğer kaynakları da sabırla incelemeleri, kendi menfaatlerinedir.
Ölüm Diyeti
Dr. Hodges Barlett Kent Hastanesi (BKH)’ ni kurduktan sonra, işletmesini üstlenerek hastaneyi büyük ve tanınan bir kurum haline getirir. Ekonomik sıkıntıların patlak vermesiyle birlikte Barlett ilçesinde bulunan iki özel hastane maddi ihtiyaçları karşılamaktaki güçlüklerden dolayı kapanır. Dr. Hodges de bu ekonomik durumdan etkilenen hastanesini kurtarmak amacıyla ekonomiden anlayan Traynor’ ı yönetim kurulu başkanlığına getirerek kendini emekliye ayırır. Traynor hastaneyi ayakta tutabilmek için bölgenin en önemli sağlık merkezlerinden biri olan Comprehensive Medical Vermont (CMV) ile sağlık antlaşması yapar.
CMV antlaşma gereği BKH’ ye hem hasta hem de doktor yollayarak, karşılığında para ödemeyi taahhüt eder. CMV’ nin asıl amacı BKH’ ye parası ve sosyal güvencesi olmayan hastalarını göndererek, BKH’ yi ekonomik açıdan zor duruma düşürmek ve hastanenin bu güç durumundan yararlanarak yönetimi ele geçirmektir. BKH’ de bir süre sonra hasta ölümlerinde artış görülmeye başlanır.
Bu ölümlerin tümü eskiden ciddi bir hastalık geçirmiş ve bu hastalıkla mücadeleyi kazanmış fakat BKH’ ye küçük vakalar için başvurup, tedavi olduktan sonra, hastanede ölenlerden oluşur. Bu olayların hastane üzerindeki etkisi de olumsuz yönde olmaktadır. Otoparkta hemşirelere cinsel taciz yapılıp diğer personelin de malına zarar verilmektedir.
Bu esnada hastanenin kurucusu olan emekli yönetim kurulu başkanı Dr.Hodges olayları inceler ve otoparktaki hemşire saldırılarını gerçekleştiren kişinin yine hastaneden birinin olduğu kanısına vardığını ve ölüm olaylarındaki artışların şüpheli olduğunu aktarır ve aynı günün akşamı öldürülür.
Bu esnada kitabın kahramanları Dr. David, karısı Dr. Angela ve kızları Niki CMV’ ye iş başvurusunda bulunarak kabul edilir ve BKH’ ye antlaşma gereği transfer olurlar. Bir süre sonra onlar da kendilerini olayların içinde bulurlar ve şüpheli ölüm olaylarını araştırmaya başlarlar. Ölen Dr. Hodges‘ in evini satın alan çift, onu evinin bodrumunda örülmüş duvarın arkasında ölü bulur. Dr Hodges ile başlayan şüpheli ölümleri araştıran doktorlarda da ölüm vakaları yaşanmaya başlar. Dr. Rendall Portland bu doktorlardan biridir ve tabancasıyla intihar etmiş halde bulunur.
Dr. Angela olayların üzerine bir dedektif tutarak gitmeye devam eder. Dedektif ve Dr. Angela, Dr. Hodges’ in yakınlarıyla konuşarak olayları incelemeye başlar. Bunun üzerine bilinmeyen bir kişi tarafından uyarılar almaya başlar. Bu uyarıdan kısa bir süre sonra Dr. Angela’ da hemşirelere olduğu gibi saldırılıp öldürülmek istenir. Fakat kurtulmayı başarır. Bu olaylardan Dr. David huzursuzdur ve aile içindeki bu huzursuzluk Niki’ nin hastalanmasıyla doruğa ulaşır. Niki ile aynı hastalığa yakalanan arkadaşı bu hastalıktan ölür. Bu arada CMV yönetimi de Dr. David’ i hastalarıyla çok ilgilendiği ve masraflarının çok olmasından dolayı suçlar. Dr. David ise araştırmalarının sonucunu almaya başlar. Yönetim kurulu üyesi Werner Van Slyke ile tanışan Dr. David bu şahıstan şüphelenir ve araştırmalarını onun üzerinde yoğunlaştırır. Werner Van Slyke aslında eski çok iyi bir asker ve nükleer konuda bir uzman, aynı zamanda psikolojik sorunları olan birisidir. Bu araştırmadan rahatsız olan Werner Van Slyke Dr. David‘ in evde bulunmadığı bir esnada evine giderek olay çıkartır. Dr. David ise araştırmalarını derinleştirmiş ve Werner Van Slyke’ ın ölüm olaylarındaki rolünü fark etmiştir. Hastane kayıtlarında satıldığı gösterilen röntgen aletinin kobalt ünitesinin, küçük vakalarla hastaneye yatan hastaların yataklarının altına konularak, yüksek dozda radyasyon almaları ve ölmelerinin nedeni olduğunu kanıtlar. Olayların asıl kaynağının toplantı yapmakta olan yönetim kurulu başkanının oyunu olduğunu, asıl amacının kötü gidişatı körükleyerek, hastanenin CMV’ ye devrini gerçekleştirmek olduğunu anlar. Yönetim kuruluyla yüzleşmek için hastaneye gittiğinde psikolojik sorunları olan Werner’ in kobaltı masanın ortasına koyduğu ve yüksek dozdan bütün yönetim kurulunun etkilendiğini fark eder. Yönetim kurulu üyeleri bir süre sonra ölürken Dr. David ve Angela kızları Niki ile başka bir şehirde mutlu bir hayata başlarlar.
Ölüm ve Sürgün
1800’de Anadolu’da, Balkanlarda ve Güney Rusya’da geniş bir Müslüman ülkesi bulunmaktaydı. Bu ülke Kırım ile Art bölgelerini, Kafkasya yöresinin çoğu bölümünü, Anadolu’nun hem doğusunu hem batısını ve Arnavutluk ile Bosna’dan Karadeniz’e kadar uzanıp hemen hemen tümü Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunan Güneydoğu Avrupa’yı kapsıyordu. 1923’de ise Müslüman ülkesi durumunda kalan yalnızca Anadolu, Doğu Trakya ve Güneydoğu Kafkasya’nın bir kesiminden ibaretti. Balkanlardaki Müslümanların çoğu gitmişti. Ya ölmüşler ya da göçe zorlanmışlardı.
Türklerin tarihinde, Müslüman nüfusun uğradığı kayıp, önemli bir bölüm oluşturur. Milliyetçilikle emperyalizmin sonuçlarından çok acı duyanlar onlardı. Osmanlı İmparatorluğu, kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde, önce, sınırlı kaynaklarını, kendi halkına, düşmanlarınca kıyımdan geçirilmemesi için korunması uğruna akıtmak; sonra da, bu düşmanlar üstün geldiğinde, imparatorluk ülkesine akın akın gelen göçmenlerin gereksinimlerini karşılamak için uğraşmak zorunda bırakıldı. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşında yıkılmasından sonra, bu günkü Türkiye’yi oluşturan ülkenin Türkleri aynı sorunlarla yüz yüze geldiler. İstilalar, göç etmeler ve ölüp gitmeler. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin halkı Ermenistan’dan, Gürcistan’dan, Rusya’dan, Ukrayna’dan ve başka yerlerden gelme bir göçmenler topluluğundan oluşuyordu. Kendinden önceki Osmanlı İmparatorluğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti de göçmenlerden oluşan bir nüfusu birleştirmenin ve bir yandan da çağdaşlaşıp yaşamını sürdürme çabasını harcarken, savaş zamanında uğranılmış korkunç yıkımın üstesinden gelmenin tüm zorluklarıyla karşı karşıya kalmıştı. İşte bu savaşımın kapışmaları Türkiye Cumhuriyeti’nin karakterini yapılandırmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde Türklerin maruz bırakıldığı zulümler iki coğrafi bölgede ele alınabilir.
1. Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya
2. Balkanlar ve Batı Anadolu
DOĞU ANADOLU VE KAFKASYA
Rus fetihlerinin nispeten erken bir döneminde, Gürcülerle Ermeniler, Rus yayılmasından onların doğal bağlaşıkları olarak görüldüler. Güney – Orta Kafkasya’nın Ortodoks Hıristiyan bir halkı olan Gürciler, İran ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendileri üzerinde egemenlik kurmasından çekiniyorlardı. Bu korku ve Hıristiyan Ortodoks Ruslarla doğal dinsel yakınlıkları Gürci yöneticileri, çarın önce bağlaşıkları sonra uyrukları olmaya götürdü. Ermenilerin durumu farklıydı: Güney Kafkasya’yla Doğu Anadolu’nun her yanına dağılmış bulunuyorlardı. Ve 1800 dolaylarında hiçbir geniş bölgede belirgin bir çoğunluk oluşturmuyorlardı. Ermeniler Müslümanlarla aynı bölgede yaşıyorlar ve aynı ülkeyi tıpkı Müslümanlar gibi kendi ülkeleri sayıyorlardı. Bu gerçek onları Ruslarla bağlaşık olmaya götürdü. Çünkü Rus desteği olmadan bir Ermeni vatanı yaratılması amacına ulaşamazdı.
Ermenilerle Müslümanların arasındaki düşmanlığın temelinde Rusya’nın Kafkasya’daki yayılması vardır. 1877-78 Rus-Türk Savaşı’ndan hemen önce ve savaş boyunca Rusya’dan on binlerce Müslüman, Osmanlı İmparatorluğu’na geçti. Karadan sınırı geçenlerin bir çoğu Kürt idi. Savaştan önce ve sonra Osmanlı Ülkesinden Rus Ülkesine Yapılmış Ermeni göçü, Ermenilerin, Osmanlı Hükümeti’nden ya da yerli Türklerden korkması nedeniyle değil, Kürtlerden korkulması nedeniyle gerçekleşmiştir. Rusların savaşı kazanması Ermeni ayaklanmalarını körükleyen önemli bir faktör olmuştur.
1895’de Anadolu’da ve 1905 yılında Kafkasya’da toplumlar arası çatışma patlak verdi. Müslümanlarla Ermeniler, köylerinde, kentlerinde, birbirlerini öldürmeye koyuldular. Bu savaş orduların değil halkların yürüttüğü bir savaştı.
1827-29 savaşlarından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Türklerle Ermeniler pek çok kez karşı karşıya geldiler. Karşılıklı göçler, ölüm olayları yaşandı. Kafkasya’daki ve Doğu Anadolu’daki savaşlarının sayılarının ölülerini hiç kimse sayamadı. Onların sayılarını hesaplamak için yapılabilecek olan, ancak doğuda savaşlardan önceki nüfus ile savaş sonrasındaki nüfus arasındaki farkı belirtmekten ibarettir. Gerçek anlamda savaşın daha az ölçüde yaşandığı Kafkasya bölgesindeki Müslüman kayıpları, Doğu Anadolu’dakiler kadar büyük değildi. Güney Kafkasya Müslümanlarının ’i ölmüştü. Bazı bölgelerde özellikle Kars, Erivan, Bakü kenti ve Batı Azerbaycan’da ölüm telefatı çok daha az oranda gerçekleşmiştir.
BALKANLAR VE BATI ANADOLU
Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Müslümanlarından çoğunluğunun ölümü ya da yurdundan sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanmacı hareketi, Osmanlı Hükümetine karşı birbiriyle bağlantısız tek tük eylemler başladı. Küçük Bulgar grupları Sırp ve Yunan Ayaklanmalarında Osmanlıya karşı çarpıştılar. Ruslar 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde, Bulgar gönüllüleri Ruslara katıldılar ve Kırım Savaşında da Rusların yanında çarpıştılar. 19. yy’da çeşitli zamanlarda Bulgaristan’da Osmanlı egemenliğine karşı küçük ayaklanmalar patlak verdi. Ne var ki, ayaklanmacıların Ruslar sayesinde Bulgar bağımsızlığını elde etmeyi başarmaları ancak 1877-78 Rus-Türk Savaşı’ndan sonra gerçekleşebilmiştir.
1877-78 Savaşının aslında Bulgaristan Müslümanlarının kıyımdan geçirilmesine girişilmesiyle kendini gösteren, “Bulgaristan’da yaşanan dehşet olayları” üzerine başladığı söylenebilir.
Savaşların çoğunda yanlardan birinin kısa sürede yengi kazanması sivil halkın başına gelen ölüm olaylarının olabildiğince düşük düzeyde kalması anlamına gelir. 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nda böyle olmadı. Bulgaristan’ı ele geçiren Rus fetihlerinin amaçları Müslüman ahalinin yığınsal kayıplara uğramasını kaçınılmaz kıldı. Bulgaristan Müslümanlarının ölümleri dört bölümde sınıflandırılabilir: çatışmalardaki ölümler ; Bulgarlarla Rus birlikleri tarafından öldürülenler; yaşam için zorunlu gereksinimlerin engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan ölümlerin ortaya çıkması, birde Bulgaristan Müslümanlarının sığıntı durumunda sürdürdükleri yaşamdan kaynaklanan ölümler.
Türklerle Yunanlılar arasındaki 1919-1922 Anadolu Savaşı Yunanlılar tarafından kendilerinin bağımsızlık savaşından başlatılan Türk’ten arınma sürecinin doruk noktasına çıkışı idi. Kullanılan yöntemler, daha önceki savaşlarda özellikle de Balkan Savaşlarında, Müslümanları öldürmek ya da sürmek için kullanılanların aynısı idi. Balkan Savaşlarında ve Bulgaristan’daki 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nda, ibretlik kıyımlar, talanlar ve Müslümanların mallarının, mülklerinin yakılıp yıkılması, yüz binlerce Müslüman’ı özellikle de Türkleri düşman Hıristiyan ordularının işgal ettiği bölgelerden kaçmaya zorlamıştır.
Anadolu’daki Yunan ordusunun amacı, 1912’de Balkanlı bağlaşıkların amacı ne idiyse onun aynıydı: Daha önce etnik ve dinsel açıdan karma bir nüfusun bulunduğu ülkede, bir Hıristiyan vatanı yaratmak. Bu amaca ulaşmak için Müslümanların ülkeden sürülüp atılması gerekiyordu. Savaşın sonunda, Yunanlıların çekilişi sırasında bir çok bilgi kaynağı onların vahşet eylemlerine tanık oldu. Pek çok cinayet, ırza geçme, talanların yaşandığı görüldü.
Müslümanların verdiği ölüm telefatının ve Osmanlı İmparatorluğu batı illerinden zorla sürülüp göç ettirilmelerinin uzun yıllar boyunca süre gitmiş tarihi içinde, Batı Anadolu’daki savaş bir doruk noktasını oluşturuyordu. Daha önce More Yarımadasında 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nın Bulgaristan’da geçen bölümünde ve Balkan Savaşları’nda kullanılmış olan ulusal ve dinsel kökten kazımanın bütün yöntemleri, Anadolu’da bir kez daha kendilerini gösterdi. Aradaki fark şu idi ki, Anadolu’da Türklerin sırtı artık duvara deymekteydi. Daha geriye gidemezlerdi. Şimdiye kadar onları ve yurtlarını, evlerini korusun diye Osmanlı İmparatorluğu’na güvenmişler ama her şeylerini yitirmişlerdi. Artık kendi kendilerini, Altı yüz yıldır kendilerini yönetmiş olan sultan başlarında olmaksızın, savundular ve canlı kalabildiler.
GENEL SONUÇ
Savaşlar dizisi sona erdiğinde, Batı Avrupa’ya eşit büyüklükte bir alanda Müslüman toplulukları ya pek küçültülmüş ya da yok edilmişti. Balkanlardaki kalabalık Türk toplumları eskiden ulaştıkları sayının küçük bir yüzdesine indirgenmişlerdi. Kafkasya’da Çerkezler, Lazlar, Abazalar, Türkler ve daha küçük Müslüman gruplarından bir çoğu yurtlarından çıkarılmışlardı. Türklerin yengi kazandıkları tek yer olan Anadolu tümüyle değişmişti, Hıristiyan azınlıkları gitmiş, Batı ve Doğu Anadolu neredeyse tümüyle yıkıntıya dönmüştü. Bu gerçeğin altında, Rusların Hıristiyan Ortodoks halkları kışkırtarak bölgede egemenlik kurmak ve yüzyıllardır Akdeniz’e inerek sıcak denizlere ulaşmak isteği yatmaktadır.
Osmanlı Hükümetinin Politikaları : Tarih kitaplarının çoğunda, sadece Osmanlının Ermenileri zorunlu göçe çıkarmasından söz edilir. Tarihsel gelişmeler geçmişten soyutlanarak ele alınınca, Osmanlıların Ermenileri zorunlu göçe çıkarma kararı akla aykırı sadece bir azınlık toplumuna karşı duyulan nefretten kaynaklanmış gibi görünür. Aslında Kafkasya’da ve Balkanlarda onların tarihçesinden, Osmanlılar, Doğu Anadolu’da ulusçu ayaklanmadan ve Rus istilasından neler beklemek gerektiğini öğrenmişlerdir. Bulgaristan’da, Yunanistan’da ve Makedonya’da aynı süreçler Türklerin kıyımdan geçirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yüz yıldan beri Ruslar Müslümanları yurtlarından zorla uzaklaştırarak yayılmış durmuşlardır. Kırım Tatarlarının ve Çerkezleri göçe zorlamışlardır. Güney Kafkasya’da, Türkleri uzaklaştırıp ülkeye Ermenileri yerleştirmişlerdir. Osmanlı Hükümeti, Osmanlı tarihinin öğrettiği dersleri bilmezlikten gelemezdi. tarihsel gelişmeler bütünü içinde, Osmanlı Ermenilerinin zorla göçe çıkarılması akla uygundu. Türklerin ve diğer Müslümanların uğradığı zorla göç ettirilmelerinin ve ölüm telefatlarının tarihçesi incelendiğinde tarihsel süreç içinde bir bölüm olarak Ermenilerin zorla göç ettirilmelerinin açıklaması yapılabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Politikaları : Türkiye Cumhuriyetinin dış p0olitikasında temel ilke barışsever yansızlıktır. Atatürk ile onun izleyicileri Türklerden büyük bir bölümünün Balkanlardan sürülüp atılmış olduğunu asla aklından çıkaramazlardı. Gerçekten, Anadolu savaşının hemen sonrasındaki dönemde sınırlar dışında kalmış soydaşları kurtarma ateşini yelpazeleyip alevlendirmek ve “haydi Selaniğe yürüyelim” diye avaz edenlere kulak asmak kolay olurdu. Böyle yapmak, eskiden kalma, asker devleti ideolojisinin canlılığını sürdürmesine yol açardı. Bu Türkiye’nin genişlemesine belki yol açar, belki açmazdı, ama hiç kuşkusuz gözü dışarıda yayılmacı bir devleti ortaya çıkartırdı; yoksa, Atatürk’ün amaçladığı, kendi iç işlerini düzeltip içte devrimler yapmak isteyen bir devleti değil. Sınır dışında kalmış soydaşları kurtarma anlamında bir lafı hiç ağzına almadan, Atatürk, devletin yurttaşlarının ve hükümetin tüm gücünü, devrimler için seferber etti. Diğer bir değişle, göçmen gelişlerinin ve ölüm telefatının tarihçesi, Türk Hükümetini, sakin bir dış politikaya yönlendirdi. Başka bir çeşit politikanın izlenmesi, ekonomik ve toplumsal düzende pek gereksinme duyulan devrimlerin yapılmaması gibi bir felakete yol açardı. Bu hal Türk dış politikası için böyle bir yol seçen önderlerin bilgece davranmasındaki erdemi asla küçültmez. Az insan, toplumu yeniden yapılandırmak gibi çok güç bir işi üstlenip de şan şeref kazanma çabasına girmekten uzak durma seçimini yapardı . Ve işte o seçimi yapmış olan insan, büyük insandır.
Rahatlık tuzağını aşmak;
1.NASIL VE NEDEN “RAHATLIK TUZAĞI” NA DÜŞERİZ?
İnsanlar arzuları olan varlıklardır. Arzular yerine gelirse keyif alır rahat ederiz. Arzular yerine gelmezse rahatsız oluruz canımız sıkılır. Her isteğimizin anında olmasını istiyoruz. Ancak bazı şeyleri elde etmek için zaman ve çalışmanın gerekli olduğunun farkında değiliz. Bu çalışmalar ve harcanan zaman küçük veya büyük rahatsızlıklara neden olabilir. Eğer bu rahatsızlıklara katlanmazsak gelecekte elde edeceğimiz uzun süreli rahatlıktan mahrum kalırız. İnsan anında zevkleri yaşamak ister. Örneğin şimdi al sonra öde sloganı bizim bu zayıf yönümüzden dolayı kullanılmaktadır. Fiyatını sonra ödeyeceğimiz için, alması insana çok zor gelmiyor.
Rahat olmak hepimizin tercihi ama her zaman rahat olacağız diye bir şey olamaz Sürekli gelecek için bugünü feda etmek değil önemli olan öncelikleri belirlemektir. Örneğin ince ve sağlıklı bir vücut için sevdiğimiz yiyeceklerden vazgeçmek gerekir. Öncelik sağlıklı ve ince bir vücutsa yemekten vazgeçilmesi normaldir.
Bunalımdayım ,bunalımda olmaya katlanamıyorum bunlar acı veren duygulardır. Fiziksel engel yoksa bu duygularla baş edilebilir. Bunun için duyguları sorgulamak gerekir.
Bir probleme başlamak çözümün yarısıdır. Sabır ve azim ile ve bahaneleri mantık çerçevesinde sorgulayarak çözüme başlanması gerekir.
Problem karşısında düşünceyi harekete geçirmelisiniz. Eğer tekrar düşünürseniz, bir açmaza girip çözüme hiçbir zaman başlayamazsınız.
Telkinleri sorgulamak ve onlara karşı mücadele vermek için şu üç soru sorulabilir :
a. Mantıklı mı ?
b. Gerçekçi mi ?
c. İşe yarar mı ?
Sorunların kaynağını kavramak çözüm için yeterli değildir. Çözüm için en iyisi denemek ve çalışmaktır. Örneğin otomobil kullanmak için motorlu araç kullanma kılavuzunu okumak yetmez.
2. NE İSTİYORSAM, ELDE ETMELİYİM
Her zaman istediğimiz şeyi elde edemeyiz. Yani arzular talebe dönüşmemeli. Arzu edilen şey her zaman elde edilmez. Bu düşünce üç şekilde etki gösterir. Diğer insanlara , yaşama koşullarına ve kendimize zarar verir.
3. BU ŞEKİLDE HİSSETMEYİ KALDIRAMIYORUM
Olaylar karşısında tedirginlik duymak doğaldır ve kaldırılamayacak bir şey değildir. Önemli olan tedirgin olmaktan tedirgin olmamaktır. Örneğin bir partiye giderken acaba o ortama ayak uydurabilecek miyim diye endişe etmek, parti zamanı geldiğinde tedirgin olacağını düşünmek asıl tedirginliktir.
Problemler karşısında öfkelenmemek en güzeli ancak öfkelenmek insan için normal bir davranıştır. Öfkeli olmamalıyım diye kendimizi kısıtlamamalıyız. Kendimiz veya başkalarının zarar görmeyeceği kadar öfkelenebiliriz.
Kötü bir şeyi hissetmek öyle olduğumuz anlamına gelmez mesela bir erkeğe başka erkeklerin çekici gelmesi onun eşcinsel olacağı anlamına gelmez. Erkekleri cazip görse de bağımsız yaşayabilmesi ben eşcinsel miyim sorusunu (Korkusunu) aşmasını sağlar.
4. O İŞİ YARIN YAPARIM
Bugünün işini yarına bırakmayınız bu işleri ağırdan almaktır. Bu konuda kendimizi haklı çıkartmak için bazı nedenler veya gerçekler ileri süreriz bunlardan birkaçı ;
Havamda olayım öyle yapacağım.
Canım şimdi yapmak istemiyor
Yarın yaparım.
Ayrıca kendimize sözde işler çıkarmak suretiyle asıl işi ertelemekle yine işi ağırdan alırız. O anki problem yada işi ertelersek o iş yada problem gözümüzde büyüyecek hem de yeni şeyler eklenecektir. Bu birikim çalışma azmimizi kıracak ve yapılamaz hale gelecektir. Şu şekilde çözüm olabilir ; “İş bölümlere ayrılarak parça, parça halledilebilir.”
Problemle karşılaşıldığında bu çok zor, çözülecek gibi değil gibi yaklaşımlar çözümü imkansız kılar. Bunun yerine zor ama çözülemez değil, yada işin içine girip işin zorluk derecesini ve nasıl çözülebileceğini araştırmak gerekir.
Bazen işin yapılabilmesi için belirlenen bir zaman vardır. Zamanında işin yapılmaması sürenin bitimine doğru daha ağır bir tempo ile çalışmamıza neden olacaktır. Sonuçta çözüm olsa bile bu çözüm sürenin baskısından değil , aslında artık bu işi bitireyim dediğiniz için olur.
Zayıf yanlarınızı tespit edin ve zor durumda kaldığınızda bu zayıf yanlarınızı hatırlayın İşi başkasına yaptırmakta problemden kaçmaktır.
Bir işi yaparken öncelikleri belirleyiniz. Unutulmaması gerekli işler için bir dosya hazırlayın ve sırası geldikçe işleri yapın yaptığınızda kendinize ödül verin, yapmadığınızda işler gözünüzde daha da büyüyerek size ceza olacaktır.
a. Alışkanlıklara saplanıp kalmayın. Bu üç türlü olabilir :
(1) Kariyerinize saplanıp kalmak : İşinizde mutlu değilseniz bir şey üretmiyor ve boşa zaman harcıyorsanız;
(2) Kişiler arası ilişkilere saplanıp kalmak : Eşiniz iş arkadaşınız vs. ile birlikte olmak sizi mutsuz ediyorsa veya onlarla birlikte olmaya tahammül edemiyorsanız;
(3) Etkinliklere saplanıp kalma :Boş zamanlarınızda sürekli aynı şekilde davranıyorsanız örneğin yıllardır aynı klübe gidiyorsanız,sürekli aynı insanlarla görüşüyorsanız ,
Alışkanlıklara saplanmışsınız demektir. Sonsuza dek yerinizde oturup iş yapmayabilirsiniz ancak yaşamak ve isteklerimizi yerine getirmek için sonsuz zamanımız yok.
5. BUNA ÇABUCAK BİR ÇÖZÜM BULMALIYIM
Rahatsızlık duygusundan kaçmak veya kontrol altında hissetmek için çabuk çözümlere başvurabiliriz. Problemler karşısında kimisi üç şişe votkayı devirirken kimisi hap alabilir, kimisi alışverişe çıkabilir bu davranışlar kısa vadede çözümdür. Bu yollara başvurmanın iki nedeni vardır.
Problemleri unutmak için bir şeyler yapmak harekete geçmek gerekir. İstediğimiz şey olmayabilir ancak bu da o kadar korkulacak şey değildir.
a. Sıkıntıdan kaçmayı sağlaması,
b. Zevk , büyük sevinç gibi keyifli ve coşkulu duygulara yol açması.
Bu kısa çözümler alışkanlık halini alırsa yaşamımızı olumsuz yönde etkiler. Kısa vadeli çözümler ise şunlardır ;
(1) Alışverişkolikler (Genelde kadınlardır),
(2) Kumar,
(3) Fazla yemek (Gereksinimler),
(4) Alkol bağımlılığı,
(5) Hap kullanmak.
Çabuk çözüme neden olan sorununuzu saptayın ve onu kabullenin ardından uzun vadeli bir çözüme yönelin . Yukarıdaki kısa vadeli çözümler için yöneldiğiniz alışkanlıkların sorununuzu ne ölçüde çöze-bildiğini ve size ne gibi zararlar verdiğini büyük harflerle bir liste haline getirin ve görebileceğiniz bir yere asın .Bu yöntem sizi bu tür alışkanlıklardan kurtarabilir. Kendinizle konuşmaktan korkmayın ve sürekli konuşun hatta kasete bile alabilirsiniz . Uyuşturucu madde kullanan yerlerden, satanlardan uzak durun.
6. DEĞİŞMEK İÇİN RAHATLIK TUZAĞINI AŞMAK ŞART
Değişmek için rahatlık tuzağını aşmak şarttır. Değişimi sağlarken rahatsızlık çekmekte kaçınılmazdır. Değişmek demek eski (kötü) alışkanlıkları yıkmak yenilerini geliştirmek amacıyla düşünce ,hissetme ve eylem biçimini değiştirmek demektir. Değişim başlangıçta zor olabilir. Ancak zamanla alışkanlık olacak hatta keyif bile alacaksınız. Rahatsız olmaktan hoşlanmamak gibi bir sorunu kabul etmek gerekir. Kolay yolu seçmek kısa vadede daha rahat gibi gelebilir. Ancak uzun vadede yaşanılabilecek güzelliklere sırt çevirmek olacaktır.
Kendimizi değişime hazırlamak için üç aşama vardır :
Birinci aşama : Düşünme ve hissetme biçiminizi değiştiriniz. Kendinizi yenilgiye uğratan davranışlarınızın kökleşmiş bir geçmişi olduğunu geçmişte yaşananlarla arasında anlaşılır bir ilişki bulunduğunu ; geçmişte yaşananların şimdiki sorunlarınızın oluşmasına katkı sağladığını ancak onları yaratmadığını kabul edin.
İkinci aşama ; Geçmişin etkisinden kurtulun .İnsanlar kendilerini genellikle etkin bir biçimde küçükken az , daha sonraki yaşlarda edindikleri akılcı olmayan düşüncelerle doldurduğu için,incinmiş duyguların ve yersiz davranışları bu günkü yaşamını etkilemeye devam ediyor. Bundan kurtulun.
Üçüncü aşama ; Artık eyleme geçme , çalışma ve kendinizi bir düzene sokma zamanınızın geldiğini bilin. Kendinize ödevler verin ve şöyle deyin : Süreklilik işin kilit noktasını oluşturuyor. Değişmek için değişimde süreklilik şart bunu bir kağıda yazın çantanızda veya cüzdanınızda sürekli yanınızda taşıyın. Gün boyunca okuyun ve hatırlayın. Robotlaşacağım diye korkmayın bazen beklenen değişim uzun sürebilir bu durumda sabırlı olun ve hayal kırıklığına uğramayın. Sonunda değişim, rahatınızı ve mutluluğunuzu getirecektir.
Safiye Sultan;
KİTABIN YAZARI : Ann CHAMBERLIN (Solmaz KAMURAN)
İsmihan Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın Torunu, Sokullu Paşa’nın karısıdır. Giysiden yana zengin, ilgiden yana yoksul büyütülmesine karşın altın gibi bir kalbe sahiptir. Çoğu Harem kadının olduğu gibi onunda kendine ait bir hadımı vardı. Hadım Abdullah Venedikli bir İtalyandır. Amcasının gemisinde 2.Kaptan olarak gelmiş, daha sonra ise kötü kaderi onu köle pazarına sürüklemiş arkasından, Pera’da acımasız bir el bütün güzel şeyleri, aşklarını ve umutlarını koparıp atmıştır. Bu haliyle ona bütün yaşama ümidi veren sahibesi İsmihan’dır. Aralarındaki bağ büyük bir aşktan dahada güzeldir. Onun için herşeyi yapabilir, ancak İsmi-han’ın en büyük sıkıntısı Sokullu Paşa’ya bir çocuk verememesidir. Doğan bebekleri bir-iki saat yaşayıp ölürler.Abdullahın bu durumda dahada fazla tedirgin olduğu şey İsmihan’ın üvey annesi Nur Banu Sultan’ın hareminde bulunan kadınlardan biri olan Safiye’dir.Safiye’ninde bir İtalyan olmasına karşın sarı saçları, badem gözleri ile bir hilale benzeyen bu kadının bütün kötülükleri yapabileceğine inanır ki ondan korku ile birlikte nefret eder.
Venedikli Safia Baffo 1562′de hareme katıldığında henüz 14 yaşındadır. Gelmesinin asıl amacı güç ve bunun ona sağlayacağı sınırsız imkanlardır. Bu imkanları Venedik’te kalsaydı asla sağlayamazdı. Gençti ve erkekleri çıldırtan bir güzelliği, çılgın bir zeka ve doymak bilmeyen arzuları vardı. İmparatorluğun kadınları daima kalın perde ve tahta kafeslerin ardında sıranın onlara gelmesini beklerken Safiye bunu istemez, o sadece güç hatta imparatorluğu ister, bunu elde etmek içinde engelleri tek tek aşmak için planlar yapar. Sultan Süleyman yaşlı olmasına karşın çok dinamiktir. Ondan sonraki varis oğlu Selim’dir. Ancak Selim böyle bir konumu kaldıracak gibi görünmemekte ve içkiye düşkünlüğü yüzünden sık sık babasından uyarılar alır. Safiye’ye göre en uygun aday Selim’in oğlu Murat’tır. Muratın annesi Nur Banu durumun farkındadır. Ancak Safiye Murat’ı çoktan ele geçirmiştir. Kısa zamanda onun gözdesi olur. Murat her konuda Safiye’ye danışır ve onu yanından hiç ayırmaz. Sultan Süleyman bu durumdan çok memnundur. Selim’e vermesi gerekirken Manisa Sancak Beyliğini Murat’a verir. Safiye halinden memnundur çünkü Murat onuda Manisa’ya götürmüştür. Nur Banu Venedikli Şeytana oğlunu kaptırmamaya niyetlidir ve Murat’a Safiye ile evlenmeyeceğine söz verdittirir. Bu kötüdür çünkü Safiye’nin tek amacı padişahın karısı olmak ve perde arkasından da olsa Osmanlı’yı yönetmek ister. Murat Manisa’da Safiye için bie camii yaptırır. Bu bir kadın için en yüce mertebedir. Manisa yerine Kütahya’ya gitmek zorunda kalan Nur Banu içinse bu bir kıskançlık krizidir.
Bütün çabalarına karşın Safiye Murat’tan hamile kalır. Bu sırada İsmihan’da hamiledir ve haremin ebelerinden Ayva daima İsmihan’ın yanındadır. Ancak İsmihan’ın çocuğu yine doğduktan birkaç saat sonra yine sessizce annesinin kucağında can verir. İsmihan artık dayanamıyordur ve Manisa’ya hem kocasının yanına hemde Safiye’nin yanına gitmek ister. Ancak karadan gitmek uzun zaman alacağı için denizden gitmek en uygunudur. Fakat Manisa’ya gidecek bir gemi bulmak çok zordur. Abdullah uzun çabalar sonucunda hanımını kırmamak için Sakız Adası’nda bir hristiyan gemisi bulur. Geminin kaptanı Guistıniani Abdullah’a özğürlüğünü seçebileceğini ve gemisinde 2. kaptan olarak çalışabileceğini de söyler. Abdullah büyük bir kararsızlık yaşar bir yanda kendince yarım bir özğürlük diğer yanda sevgili, bircik sahibi İsmihan vardır. Yola çıktından sonra ilk durak Sakız Adası’dır. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu ile Sakızlar arasında bir vergi anlaşmazlığı olmuştur. Osmanlılar gemilerini Sakıza doğru yollarken Prenses İsmihan’ın orada olması çok büyük tutarsızlıktır ama akıllı hadım kendi özğürlüğü pahasına hanımını kurtarır ve Manisa’ya götürür. Bu arada Safiye Şehzade Murat’tan bir oğlan doğurmuş ve adını Mehmet koymuşlardır. Osmanlı hanedanının pek çok şehzadesinin olduğu gibi, tahtın ilk varisi Murat’ın oğlu Mehmet’inde annesi Venedikli bir hristiyandır. İsmihan , Abdullah ile İstanbul’a geri dönerken Safiye Murat ile Manisa’da kalır. Bu sırada Macaristan seferi sırasında Kanuni Sulatan Süleyman ölür. Sokullu Paşa bunu orduya belli etmemek için çok çalışır. Orduya kışın bastırması ile geri dönüleceği söylenir. Çünkü seferin tam ortasında Sultanın öldüğü haberi ordunun dağılmasına sebep olabilir. Uzun çabalar sonunda İstanbul’a yaklaşılması ile haber herkese verilir. Kanuniden sonra yerine Safiye’nin beklediği gibi Murat degil Kütahya Sancak beyi Selim tahta çıkar. Ancak Selim babası gibi korkusuz ve cesur bir insan olmadığı gibi içkiye düşkünlüğü, ters ilişkileri ile ordunun inanılmaz nefretini kazanmıştır. Yeniçeriler Sultan Selim’den bahsederken sarhoş, ayyaş gibi benzetmeler kullanırlar. Aslında bu Safiye’nin işine gelir. Çünkü Murat’ı yeniçerileri ayaklandırmak, bir isyan çıkarmalarını sağlamak için kışkırtır. Selim’in tahta geçmesi için yapılan kutlama törenlerinde yeniçeriler ayaklanır ancak Sokullu’nun üstün yetenekleri sayesinde ve askerlere verilen yeni imtiyazlar ile birlikte ki bunların arasında evlennmelerinin serbest bırakılması gibi maddelerde vardır. İsyan bastırılır. Safiye planlarının gerçekleşmemesine çok kızar ve Murat’ın yanına Manisa’ya gitmeyi reddeder. Sarayda kalarak kendisini iç ve dış politikada, askerlerin yapacağı seferler ve hazine konusunda geliştirmeye başlar. İlk önce Sokullu’nun planlarını ögrenmek ister. Sokullu Paşanın en büyük ideali Akdeniz ve Kızıldenizi birleştirecek bir kanal yapmaktır. Böylece kısa bir su yolu ile Hindistan’dan Çin’e kadar olan bölge hatta daha ilerisi kontrol altına alınabilir. Bu amaç ile çıkılan sefer sonunda, askerlerin arasına sokulan nifak tohumları, Padişah Selim’in beceriksizliği ile birleşince büyük bir bozguna uğranılır ve Astragon ölür.
Sessiz Çığlık:
Nobel Edebiyat Ödülü almış olan bu romanda adı geçen kahramanlar; Mitshu, Nathsu, Takashi arasında geçen olaylar ve geçmişle hesaplaşmalarını anlatan bir yapıt. Asıl kahraman Mitshu hayattan beklentileri kalmamış, içe kapanık, geçmişteki olayların etkisinden dolayı devamlı hayallerle yaşayan geçmişi yargılayan, şanssız, gençliğinde çocukların attığı bir taşla bir gözünü kaybetmiş bir kişi. Nathsu ise çocuklarının sakat doğmasından dolayı hep düşünceli, mutsuz, acılarını hafifletmek için kendini içkiye vermiş bir kişi. Takashi ise gençliğinde öğrenci çatışmalarına katılmış, isyankar bir kişi.
Mitshu başından geçen kötü olaylardan dolayı, hayal aleminde yaşamaktadır. Kardeşi Takashi Amerika’ ya gitmiş, aradan uzun yıllar geçtikten sonra tekrar Japonya’ ya geri gelmeye karar vermiştir. Mitshu karısı ile birlikte kardeşini karşılamak için havaalanına giderler. Ancak kardeşini bekleyenler yalnız kendileri değildir. Takashi‘nin okul arkadaşları da Takashi’yi beklemektedirler. Takashi’nin uçağı rötar yaparak gecikir. Hep birlikte havaalanı yakınında bir otele yerleşirler. Burada Mitshu ile kardeşinin arkadaşları, Takashi’nin kişiliğini tartışmaya başlarlar. Mitshu’ya göre Takashi işe yaramaz, hayatı boşa yaşayan, yanlışlarla dolu bir kişidir. Arkadaşlarına göre ise Takashi idealist, yönetici ve lider bir kişiliğe sahiptir. Arkadaşları örnekler vererek bunu kanıtlamaya çalışırlar. Fakat Mitshu ise bunları kabul etmeyerek böyle biri olmadığına arkadaşlarını inandırmaya çalışır. Böyle tartışıp giderlerken Takashi gelir ve hep birlikte doğup büyüdükleri Vadi adındaki köylerine giderler. Bu köy ormanların arasına sıkışmış, küçük bir köydür o yıllarda. Ama şimdi geldiklerinde köyün ne kadar değişmiş olduğunu fark ederler. Köy artık virane ve terk edilmiş bir yer olarak karşılarına çıkmıştır. Eskiden çok zarif bir bayan olan hizmetçileri Jin bile artık yüz kırk kiloluk Japonya’ nın en şişman kadını olmuştur. Karısı Natshu kafasındaki kötü düşünceleri atmak ve içkiyi bırakmak için çaba sarf etmekte, Takashi ise bu köydeki gençlerin lideri olmaya çalışmaktadır. Uzun yıllar önce öldürülmüş olan kardeşlerinin, tören yapılmadığı için gömülmeyen küllerini kiliseden alıp, gömerler. Kardeşleri, komşu köy olan Korelilerin köylerine yapılan baskın sırasında öldürülmüştür. Daha sonra kardeşlerinin gönüllü olarak kurban olduğunu öğrenirler. Fakat nedeninin ne olduğunu bulmaya çalışsalar da bunu başaramazlar. Vadi’ deki gençlerin kurmuş oldukları tavuk çiftliğinde işler ters gitmektedir. Bir gün tavukların çoğu hastalıktan ve soğuktan ölürler. Takashi bu gençlere yardım etmek için imparatorla görüşmeye gider. Fakat olumlu bir netice elde edemez. İmparator Kore asıllı bir Japon vatandaşıdır. Kereste işçisi olarak geldiği bu yerde zamanla zenginleşmiş ve herşeyi ele geçirmiştir. Köylülerin çoğunun kendisine borcu vardır. Bu yüzden hiç kimse imparatora karşı gelemez.
Mitshu ve Takashi ağabeylerinin ölümünden Korelileri sorumlu tuttukları için imparatora karşı kin ve nefret duymaya başlarlar. Takashi gençleri bir araya getirmek için bir futbol takımı kurar ve zamanla gençleri bir araya getirmeyi başarır. Artık gençler Takashi’yi bir lider bir kurtarıcı olarak görmektedirler ve o ne derse yerine getirmeye çalışırlar. Takashi gençleri ayaklandırarak imparatorun sahibi olduğu markete baskın düzenler ve marketi yağmalattırır. Köylülerde Korelilere karşı yeniden kin ve nefret uyanmaya başlar.
Bir gün Takashi ağabeyinin karısı ile ilişkiye girer, bunu ağabeyi olan Mitshu öğrenir. Fakat karısının da bu ilişkiye istekli olduğunu öğrenince bir şey diyemez, içten içe kardeşine kin gütmeye başlar. Takashi ağabeyinin karısı ile evlenmek istediğini ve karısının da buna istekli olduğunu söyler, Mitshu buna iyice kızar kardeşini tersleyerek oradan uzaklaşır. Bir gün Takashi arabasına aldığı köylü bir kıza tecavüz etmeye kalkar, kız karşı çıkınca eline geçirdiği bir taşla kızın başına vurarak kızı öldürür. Köylülerden korkarak kendilerine ait olan depoya saklanır. Mitshu ve karısı bunu öğrenir ve hemen oraya gelirler. Takashi’nin görünüşü çok berbat ve üstü başı kan içindedir. Olayları soğukkanlılıkla anlatır. Mitshu’nun kardeşine duymuş olduğu kızgınlık iyice artar fakat kardeşlerini hep kaybetmiş olduğu için bunu da kaybetmek istemez ve ona yardım etmeye çalışır. Takashi köylülerin kendisini öldüreceğini hissettiği için vicdanen azap çektiği bir olayı anlatmaya başlar. Genç yaşta intihar eden kız kardeşlerinin ölümüne aslında kendisinin sebep olduğunu söyler ve olayı anlatır. Takashi o yıllarda kız kardeşine karşı ilgi duymaya başlar ve onunla ilişkiye girer. Zamanla bu olay devam eder. Bir gün kız kardeşi hamile kalır. Takashi ile kız kardeşi bunun bir yabancının tecavüzü sonucu olduğunu söyleyerek olayın üstünü kapatırlar. Çocuğu aldırırlar. Kız daha sonra suçluluk duyarak intihar eder. Mitshu bu olayı duyunca kardeşinden iyice nefret eder ve oradan ayrılır. Takashi o gece kendini vurarak intihar eder. Bu olaylar sonunda Mitshu ile karısı bütün kederleri ve acıları orada bırakıp yeni hayata başlamak için oradan ayrılırlar ve çocuklarını da hastaneden alıp Afrika’ya tatile giderler.
Afacanlar çetesi:
Gökkuşağı Savaşçıları; Asena, Berk, Defne, Zeynep, Sinan, Tolga, Argun ve maskotları Ahbap
Birbirlerini candan seven, birbirleri için hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmayan, her zaman iyi şeyler yapmak isteyen, haşarı, heyecanlı bir grup ortaokul öğrencisi, çocuk çetesi ve onların birlikte yaşadığı olaylar.
Asena ve arkadaşları rehberlik dersi öğretmenleri Onur öğretmenin okullarının 100. Yılı ile ilgili bir şeyler düşünmelerini istemesi üzerine Asena’nın evinde toplanıp nasıl bir şey yapılacağını düşünmeye başlarlar. Defne yapılacak şeyin hem yararlı hem de güzel olmasını düşünerek kütüphanenin en iyi fikir olacağını düşünür. Okullarında kütüphane yoktur. Bu fikir savaşçılar tarafından çok beğenilir ve bu fikirlerini Onur öğretmene anlatırlar. Onur öğretmen bu fikri çok beğenir ama yapılması düşünülen kütüphane gerçekten çok masraflı ve zor bir iştir. Bu yüzden müdür beyi ikna etmek gerçekten zor olacaktır. Defne’nin aklına okulun arkasındaki küçük metruk ev gelir ve bunu öretmenine söyler. Savaşçılar öğretmenleriyle okulun arkasındaki o eve giderler. Onları okulun bahçıvanı Hasan Efendi karşılar. Fakat bu karşılaşmadan hiç memnun olmamış gibidir. Onur öğretmen o metruk evi çok beğenir. Tam istedikleri gibi bir yer olduğunu görür. Ama bahçıvanın orayı onlara göstermek istemeyişine de bir anlam verememiştir. Onur öğretmen öğretmenler toplantısında bu fikri ortaya atar. Öğretmenlerde bu fikri beğenir. Ama müdür yardımcısı o binanın çok eski olduğunu orada her an bir kaza olabileceğini söyleyerek bu fikri onaylamaz. Bunu öğrenen Gökkuşağı Savaşçıları çok üzülürler, özelliklede Defne. Çünkü fikri bulanda evi gösterende odur. Bir anlam veremedikleri bu olaya inanmak istemezler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra savaşçılardan biri olan Zeynep o evi tekrar görmeye karar verir. Eve yaklaşınca iki kişinin birlikte konuştuğunu görür ve gizlice onları dinler. Konuşanlardan biri Hasan Efendi’dir. Ama diğerini tanıyamaz. Bu olayı hemen savaşçılara anlatır. Savaşçılarda bu olayı incelemeye karar verirler. Berk ve Asena birkaç gün sonra gizlice eve girerler. Fakat evde çok önemli bir şey yoktur. Bir çalışma masası ve büyük bir şömine vardır. Berk şöminenin içine girer ve orda gördüğü halkayı kendine doğru çeker. O anda gizli bir geçit açılıverir. Berk şaşırmıştır. Tam geçide girerken Asena ıslık çalarak bahçıvanın geldiğini haber verir. O da geçidi kapadıktan sonra hemen evden çıkar. Koşarak okula giderler. Bu önemli olayı savaşçılarla paylaşmaları gerekiyordur. Bu olaydan sonra hemen toplantı çağrısı yapılır. Aynı akşam Asena’nın evinde durumu tartışırlar. Ve oraya bir kez daha girmeye karar verirler. Bahçıvanın orda olmadığı bir gün gizlice eve girerler. Gizli geçidi açıp sonuna kadar giderler. Tünelin sonunda merdivenlerden inince gizli bir iskele görürler. Çok şaşırarak oradan ayrılırlar. O esnada evin içinde ki masayı kurcalarken gizli bir köşesinde bir defter bulurlar onu da alıp oradan ayrılılar. Artık okulda bazı kötü işlerin döndüğünü anlamışlardır. Böylece Hasan Efendi’yi takibe almaya karar verirler. Savaşçılardan biri müdür yardımcısının okuldan çok hızlı çıktığını görüp onu takip etmeye kararverir. Onu pek tekin olmayan bir semtte ki lunaparka girerken görür. Kışın ortasında orada ne işi vardır diye düşünüp içeri girer. Onu biriyle konuşurken görür. Bu durumu arkadaşlarına anlatır. Sonunda bu işin çok tehlikeli bir olay olduğuna ikna olurlar ve Hasan Efendi’yle müdür yardımcısını suçlayacak kuvvetli delilleri olmadığını görürler. Onun için Asena o metruk evi bir gece gözlemeye arkadaşlarıyla birlikte karar verirler. Kararlaştırdıkları gece dedesine arkadaşı Sinan’da kalacağını söyler ve o eve gider. Güzel bir yere gizlenir. Gecenin ilerleyen saatlerinde denizden bir motor sesi duyulur. Saklandığı yerden çıkıp denizin kenarındaki ağacın üstüne çıkar. Konuşmalardan Hasan Efendi’nin de orda olduğunu ve kaçakçı olduklarını anlamıştır. Ertesi gün arkadaşlarına duyduklarını anlatır. Onlarda korkmuşlardır. Artık kendilerinin yapabileceği bir şey kalmamıştır. Durumu birilerine anlatmaları gerekiyordur. Bunu idareye anlatamıyorlardır Çünkü birkaç öğrencilerin lafına mı güveneceklerdir yoksa müdür yardımcısına mı? Herkes ne yapabileceklerini düşünürken Asena’nın aklına Süha ağabeyi gelir. Çünkü ordu istihbarat biriminde çalışmaktadır. Hemen Süha ağabeyini yemeğe davet eder. Oda Asena’yı kıramayarak yemeğe gelir. Asena ona yaşadıkları bütün her şeyi birer birer anlatır ve defteri gösterir. Süha ağabeyi bu işle ilgileneceğini söyler ve ona bir daha o eve gitmemelerini söyler.
Asena ve Berk aldıkları defteri yerine koymak isterler. Çünkü onların durumu fark edip kaçmalarını şstemezler. Bu yüzden bir öğlen arasında o eve giderler. Çevre çok sessizdir. Asena eve girer tam defteri bırakıyordur ki arkasında Hasan Efendi’yi görür. Hasan Efendi Asena’yı yakalar bağlar. O esnada Berk’in ıslığını duyulur Hasan Efendi Asena’ya ona gitmesini söyler yoksa ikinizi de öldüreceğini söyler. Asena’da Berk’e açık kapıdan kafasını uzatarak gitmesini ister ve hemen geleceğini söyler. Berk gökkuşağı işaretini yapar Asena ise karşılık vermez. Bu kuraldır işarete karşılık verilir. Yinede sırtını döner ve okula gider Asena’nın dönmediğini görünce gerçekten çok telaşlanır ve Sinan’la birlikte Asena’nın evine giderler. Dedesine durumu baştan sona anlatırlar. Dedesi Süha’yı telefonla arar Süha hemen eve gelir ve çocukları dinler. Çocukları evlerine gönderir. Bu arada o evde Asena zor anlar yaşıyordur. Hasan efendinin kaçakçılıkla ilgili bir çok şeyi açık açık konuşmasından dolayı oların son işi olduğunu ve durumunun hiç parlak olmadığını anlar. Okulun çıkış zilinden sonra eve doğru birinin yaklaştığını görürler. İçeri girdikten sonra müdür yardımcısını karşısında görünce küçük dilini yutacaktır. Akşamın ilerleyen saatlerine kadar beklerler. Motor getirdiği malları almak için gizli geçitten inip aşağı inerler. Çocuğun başına Ahmet’i bırakmışlardır. Dışarıdan köpek sesleri geliyordur. Ahmet köpeği kovalamak için kapıya çıkar ve Süha ağabeyin yumruğuyla bayılır. İçeri girer ve Asena’yı iplerden kurtarır O arada gizli geçitten yukarıya çıkan müdür yardımcısı ve Hasan Efendi silahını onlara doğrulturlar. Süha ağabey yapacakları bir şey olmadığını kaçamayacaklarını kararlı bir sesle söyler. Herkesin yolu açmasını söyler ve Asena’yı tutarak kapıya doğru yürürler. Dışarıya çıktıkları anda Ahbap Hasan Efendi’nin üstüne atlar ve o anda silah patlar. Süha ağabeyde müdür yardımcısını yakalar ve kelepçeler. Kimsenin canı yanmadan bu olayı sonuçlandırmışlardır. Sadece Ahbap’ın tırnağını bir kurşun sıyırıp geçmiştir. Suçlular adalete teslim edilmiştir ve Süha ağabeyle Asena eve giderler. Ailesi de Asena’yı sağ salim görünce çok sevinirler.
İlerleyen günlerde her şey açıklığa kavuşmuştur hatta müdür bey müdür yardımcısından şüphelenip onunla ilgili araştırma yapmıştır, böyle birinin olmadığını sahte belgelerle atandığını öğrenmiştir zaten bu durumu ilgili makamlara da bildirmiştir.
Müdür bey Gökkuşağı savaşçılarını çağırıp onlara çok teşekkür eder. Ama gördükleri bu olayları kimseye bildirmeden çözmeye çalışmalarına çok kızar ve azarlar. Ama yinede yaptıkları işleri ne kadar zor olduğunu tekrar söyler. Okula bir kütüphane yaptırma fikrini ortaya atmalarından sonraki gelişmeler gerçekten çok ilgi çekicidir. Süha ağabeyi Asena’ya anlattığına göre sigara ve içki kaçakçılığı yapıyorlardır. Bunun için okuldan daha iyi bir yer olamaz. Bu kaçakçıları yakalattıkları için gökkuşağı savaşçılarına bir ödül verilecektir. Onur öğretmen Asena ve arkadaşlarını rehberlik sınıfına çağırır. A sınıfının bütün öğrencileri teneffüs arasında rehberlik sınıfındadır. Onur öğretmen” kütüphane fikrini öğretmenler toplantısında kabul ettirir. Ailenize konuyla ilgili bilgi verilecek ve yardım istenecek, bunu da bayrak töreninde müdür bey söyleyecek “der. Çocukların hepsi sevinç içindedir.
Bayrak töreninde müdür bey 100. Yıl için düzenlenen fikirler yarışmasını Orta II A sınıfının fikrini kabul edildiğini ve A sınıfını tebrik eder. A sınıfının öğrencileri ise kazandıkları ödülü kütüphane yapımı için hediye edeceklerini söyler.
Şimdi gökkuşağı savaşçıları kütüphane fikrini kabul ettirmişlerdir ve zorlu bir mücadeleden sonra tekrar eski hayatlarına döneceklerdir. Bu da onları üzüyordur. Ama gökkuşağı savaşçıları her zaman olacaktır. Kim bilir yine böyle heyecanlı olaylar yaşayabilecekler ve har zaman birlikte olacaklardır.
Sonuç olarak; daha çok çocuk niteliği taşıyan bu kitapta birden fazla ana düşünce vardır. Öncelikle dostluk ve arkadaşlığın ne kadar önemli bir kavram olduğu birlikte hareket eden insanların, çocuk bile olsalar her çeşit zorluğa, sıkıntıya karşı kuvvetli olmayı, engelleri aşmayı, zorlukların üstesinden daha kolay gelmeyi öğretiyor. İnsanların savundukları fikirleri sonuna kadar sahiplenmelerini o fikri gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaları gerektiğini öğretiyor. Ama insanlar çocukta olsa yetişkinde olsa her zaman her şeyin üstesinden gelemez. Bunun için her insan arkadaşlığa ve yardıma muhtaçtır.