Burada bilgi dağarcığımızı zenginleştirecek ve genel kültürümüzü artıracak bilgi damlaları bulunmaktadır. Sorup da yanıtını alamadığınız bütün bilgilere ulaşmanız dileğiyle...
3 Yaşından Önce Olanları Neden Hatırlayamıyoruz?
Bilim adamları geçmiş deneyimlerimizi saklayan anı veya öykü şeklinde organize olduğu ileri sürüyorlar. Üç yaşından küçükler bu şekilde iletişim kurma yeteneğine sahip değiller. Öykü ve anılarını hatırlamıyorlar. Yer ve karakter kavramlarını anlamıyorlar. Üç yaşından küçükler konuşa bildikleri, anlayış, seziş ve hafıza yeteneklerine sah ip oldukları halde tüm olanları bir bütün olarak şekillendiremiyor, öyküye dönüştüremiyorlar. Hafızamız ne yaptığını 3-4 yaşlarında kaydetmeye başlıyor.
Yağmurda Karıncalara Neden Bir Şey Olmuyor?
Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batırılsak, nefes alamadığımız için oksijensizlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemiş gibi olurlar. Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanılmazdır.
Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu şekilde nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına giriyorlar ve giriş yollarını tıkıyorlar. Ateş karıncası denilen bir türünde ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün olduğunca kuru tutuluyor.
Karınca yuvaları inşaat tekniği olarak örnektirler. Yuvanın girişine bağlı ve buradaki suyu alıp başka tarafa verebilen birçok tünel daha inşa ederler. Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam kapatırlar ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aşması gibi geçip giderler.
Yine de bir aksilik olur, yuva su ile dolarsa, karıncalar çöp ve yaprak parçalarına veya yukarıda belirtildiği gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok şiddetli yağmurdan sonra oluşan çamur tünellerini kapattığı zaman ise yuvalarını yeniden inşa etmek zorunda kalırlar.
Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga fırınların kapaklarında kaçak yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına girmiş karıncaya, fırın çalıştığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz?Mikrodalga fırınlarında ışın yoğunluğu bir noktaya göre ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen fırının ortasıdır. Bu nedenle yiyecek, her tarafı eşit pissin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur. Karıncalar fırında ışınların daha az yoğun olduğu bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de, vücut yüzey alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana kadar kendilerine zarar gelmez.
SAAT NEDEN SOLDAN SAĞA DOĞRU DÖNER?
İlk olarak eski Mısırlılar, güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup, belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup, battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat, meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında, bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır, konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan, güneş doğduğunda, gölge hemen tam batıda oluşuyor, güneş yükseldikçe gölge kuzeye, yani sağa doğru hareket ederek, güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları, pendulumlu, pilli saatlerde de yön değişmedi, hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
Telefonda hemen hemen her gün kim bilir kaç kez kullandığımız "Alo" sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. Sevgilinin tam adı Allessandra Lolita Oswaldo'dur. Bu sevimli genç kız, telefonu icat eden, A.Graham Bell'in sevgilisiydi. Graham Bell telefonu icat edince ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo'dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz "Allessandra Lolita Oswaldo" diyordu. Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu "Ale Lolos" diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad "Alo" idi. Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip, tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka bir şey düşünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Graham Bell'i telefonuyla baş başa bırakıp onu terk etti. Yaşlı Bell, sevgilisinin bir gün onu arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Graham Bell'i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu "Alo" diyerek açıyor ve artık herkes "Alo" diyordu. O günlerde hemen herkes telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell'in anısına saygı olarak "Alo" demeye başladı. Bugün tümümüzün kullandığı "Alo" sözcüğü işte o günlerden günümüze uzanmaktadır.
Kaynak: Bütün Dünya, Şubat 2000 sayısı
Hapşırma, ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Hapşırma burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşan psikolojik bir reaksiyondur. Aslında burnumuz nefes almamızda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarından türbülans oluşturarak geçerken hem ısısı ayarlanır, hem de içindeki toz burada filtre edilir.
Buradaki sinirlerin uyarılmasının nedenleri değişiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz, duman, parfümler hatta aniden ışığa bakma gibi başka birçok nedenleri daha vardır. Hapşırmadan önce sanki bir yerimiz ısırılmış gibi sinir uçlarının ikaz göndermesi sonucu, burnumuzdan önce bir salgı gelir. Biz bunun pek farkına varamayız.
Bu salgının ardından beyine giden ikaz neticesinde baş ve boynumuzdaki kaslar uyarılarak ani nefes boşanması olayı yaşanır. Ses tellerinin olduğu bölüm önce kapanır ve buradaki havanın basıncı iyice yükselir. Sonra aniden açılarak hava yüksek bir sesle dışarı verilir. Tabii beraberinde burnumuzdaki toz gibi yabancı maddeler ve soğuk algınlığı yaratan mikroplar da. Ancak tıp bilimi hapşırma ile yayılan mikropların, elle yayılanlardan çok daha az olduğunu saptamış bulunmaktadır. Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan normal şartlarda hapşırma olmaz. Uyarı çok kuvvetli ise olabilir ama anında uyanılır. Ancak bu beyin tarafından tehlike olarak algılanmaz. Uyurken ayağını gıdıkladığımız kişinin ayağını çekip, arkasını dönüp, uyumağa devam etmesi gibi.
Hapşırma refleksinin detayları tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir şey var. Hapşırırken gözlerinizi açık tutamazsınız. Bunu bilim insanları vücudumuzda bir acı veya ağrı duyduğumuzda gözlerimizi kapatmamıza bağlıyor. Kibarlık olsun diye hapşırığı tutmaya çalışmak ise kesinlikle tavsiye edilmiyor. Güneş ışığı ile karşılaşınca hapşırmanın genetik olduğu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. Hapşırma sayısının da genlerle nakledildiğini ileri süren bilim insanları var. Bazı ailelerde üç kere hapşırılırken, bazılarında sekizincide duruyormuş.
İnsanlara hapşırdıktan sonra 'çok yaşa' deme adetinin kökeni Hıristiyanların 'God bless you' yani 'Tanrı seni takdis etsin' veya Tanrının hayır duası üzerinde olsun' cümlesine dayanmaktadır. Altıncı yüzyılda hapşıranlara vücutlarındaki şeytanı attıkları için tebrik anlamında söylenen bu söz büyük veba salgını başlayınca Papa tarafından söylenmesi zorunlu kılındı ve kanunlaştırıldı.
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir. Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer. Sadece insanlar değil, kediler, kuşlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri, insanların ise, tersine dış uyanlarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır. Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleştirmesidir. Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin, diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin başladığı, herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
BİR HAFTA NİÇİN YEDİ GÜNDÜR?
Bir hafta niçin 7 gündür? Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu sayının önemini daha çok belirtti. Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.
ÇİNLİLERİN GÖZLERİ NİÇİN ÇEKİKTİR?
Yalnız Çinlilerin değil, Orta ve Güneydoğu Asya'da yaşayanların, Japonların hatta Eskimoların da gözleri çekiktir. Aslında göz yapısı bütün dünyada aynıdır. Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne daha çok inmiştir. Bazı teorilere göre bu kıvrım insanların gözlerini yoğun kar tabakasının, göz kamaştıran ışığından korumak için bir çeşit kar gözlüğü gibi gelişmiştir. Çin de ve öteki bölgelerde her ne kadar yoğun kar yağmıyorsa da onların atalarının buzul çağında kuzeyde yaşadıkları daha sonra güneye indikleri kanıtlanmıştır. Yalnız gözleri değil, burunları da rüzgara karşı korunmak için küçülmüş, burun delikleri soğuğu engellemek için daralmıştır. Ciltleri de koruma amaçlı olarak yağlıdır. Göz kapakları da yağlıdır. Gözü ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani çekik gözlü değil, düşük göz kapaklı, demek daha doğrudur.
Gökyüzünün mavi görünmesinin tek sebebi kırılma hadisesidir.
Güneş ışınları atmosfere girdiğinde atmosferdeki gaz moleküllerine ve toz parçacıklarına çarparak saçılır. Gün ışığı değişik dalga boylu birçok ışından oluşur. En kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosferin üst tabakalarındaki küçük parçacılar tarafından hemen saçılırlar. Fakat kırmız ışık (ki en büyük dalga boylu ışıktır!) saçılmak için daha büyük parçacıklara çarpmak zorundadır.
Gökyüzü açık olduğunda, mavi ışık diğer ışıklara oranla en fazla saçılan ışıktır. Bu yüzden de gökyüzü mavi görünür. Mesela gökyüzü yoğun bulutlarla veya dumanla dolu olduğunda, tüm ışınlar nerede ise aynı oranda saçılır. Bu da gökyüzünün gri renkte görünmesine sebep olur.
Karadaki yaşam gibi denizdeki yaşam da yeşil bitkilerin fotosentez yapabilmelerine bağlıdır. Bu enerjiyi güneş ışığı sağlar, dolayısıyla güneş ışığı denizdeki bitkilerin dağılımında belirleyici rol oynar.
Karaların kenarlarında yer alan az eğilimli kıta.sahanlığı bir bakıma karaların uzantısıdır. Bu bölge kara kökenli bitkilerin yığılma alanıdır. Bu bitkiler su içinde bile olsalar klorofil üretirler. Klorofil de en çok kırmızı ve maviyi emerken yeşil rengi yansıtır. Bu nedenle denizde derin yerler daha koyu mavi iken kıyıya yaklaştıkça renk biraz yeşile dönüşür.
Deniz suyunun rengi ve berraklığı ısıdan da etkilenir. Genel kanının aksine sıcak sularda hayat daha azdır. Soğuk sularda yaşam için önemli olan oksijen ve karbondioksit gazları daha fazladır. Su molekülleri de soğuk suda daha yavaş hareket ettiklerinden bu gazların suyun içinde çözülmüş olarak daha rahat kalmalarını sağlarlar.
Çürüyen bitkilerle birlikte deniz altındaki gıda zincirini oluşturan fotoplankton denilen su altı bitkileri ve zooplankton denilen küçük canlıların bol miktarda bulunması sonucu soğuk suların daha karanlık ve kasvetli görünümü oluşur.
Sıcak tropik sularda ise mercan kayalıkları sayılmazsa mikroskobik canlılar hemen hiç yoktur. Su daha saf ve temizdir. Bunun için de daha berrak ve mavi görünür. Tropik suların kıyılarının cam göbeği rengi ise dipteki kum tabakasının sarı renginin, sıcak suların berrak mavi rengiyle karışması sonucu oluşur.
Deniz suyu ortalama olarak bir litresinde 35 gram tuz içerir. Kutup bölgeleri ve kapalı denizlerdeki ırmak ağızlarının yakınları bir yana bırakılırsa bu oran dünya genelinde büyük bir farklılık göstermez. Buna rağmen güneş ışığına bağlı olarak buharlaşma nedeniyle sıcak denizler biraz daha tuzludurlar. Ancak bu denizlerin daha mavi görünmelerinin ana sebebi tuz oranı değil sıcak olmalarıdır.
Kızıl rengi, Kızıl denizde kırmızı renkli yosunlar, Amerika’nın batı kıyılarında ise tek hücreli organizmalar yaratırlar. Denizlerin renklerinde deniz kirliliği de önemli bir etkendir.
Başta insan olmak üzere bütün omurgalılar ağız, akciğerler ve ses tellerini kullanarak ses çıkarır. İnsanın sesi konuşmasına, şarkı söylemesine, mırıldanmasına, bağırmasına olanak verir. İnsan sesinin oluşması için önce akciğerlerden gelen hava soluk borusuna dolar ve buradan dışarı çıkar. Soluk borusunun üst bölümünde gırtlak yer alır. Gırtlakta ses telleri bulunur. Sert lifleri andıran ses telleri tıpkı bir kemanın telleri gibi iş görür. Akciğerlerden gelen havayla titreşir ve insan sesinin çıkmasını sağlarlar. İnsanlar gırtlak kasları, ağız, dudak ve dişlerinin yardımıyla bu sesleri sözcüklere dönüştürürler .
GÖKKUŞAĞI NEDEN YUVARLAKTIR?
Su damlası ve yakıcı güneş. İşte gökkuşağı bunlardan oluşur. Atalarımız gökkuşağından çok korkarlardı. Onu Tanrıların elçilerinin geçmesi için yapılmış bir köprü olarak görüyorlardı. Yağmur ve güneş ile ilişkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında Aristoteles tarafından ileri sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.
Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.
Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.
Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı turuncu sarı yeşil mavi lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.
Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey dışbükey mercek özelliklerindendir.
Ayrışmış renkler içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş biz ve yağmur damlaları muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.
Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.
Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.
Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.
Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.
SONBAHARDA YAPRAKLAR NİÇİN SARARIR?
Her yıl sonbahar mevsimi ile birlikte ağaçlar, dinlenme dönemlerine girerler.
Yaprakları tek tek sarı renge bürünüp, kıvrılır, sonra da dökülür. Bundan sonra ağaç, artık bir sonraki ilkbahara dek çok az bir gelişim gösterir.
Bu, belki biraz hüzünlüdür ama, yaprakların önce sarı, sonra kahverengi ve kırmızı renge dönüşmeleri çok ilginç bir görünüm ortaya koyar.
Bu olayın açıklanması çok kolaydır. Yaşayan birer organizma olarak bitkiler, yaprakların sağladığı organik maddelerden yararlanarak beslenmek zorundadırlar.
Aynı zamanda, tıpkı hayvanlar gibi, kullanmadıkları maddeleri dışarıya atarlar. Hayvanların bu maddeleri hemen dışarı atabilmelerine karşın bitkiler, bu maddeleri sonbahara dek bünyelerinde bulunan bezlerde saklarlar.
Yaprak dökme zamanı geldiğinde, ağaç, yapraklarda bulunan tüm yararlı maddeleri özümler ve geriye kalan işe yaramaz maddeleri yaprakları ile birlikte döker, işte yaprağa sırası ile sarı, kahverengi ve kırmızı rengi veren de budur.
Mumyalayarak insanı ölümsüzleştirme yedi adımda yapılır.
I. Ölünün vücudu şarap ve baharatla yıkanır. Tüm parçalar çürümeden kaldırılır. Mumyalamayı yapan ilk önce uzun bir çengel kullanarak dikkatlice beyni çıkartır. Sonra karından derince bir şekilde içeriye doğru keserler ve iç organları dışarı alırlar ( Mide, karaciğer, akciğer ve bağırsaklar).
II. Vücut, sağlam kurutulmuş tuzun benzeri olan niton’un paketiyle beraber doldurulur. Sonra vücut natron ile beraber tamamen örtülür ve eğik biçimde yerleştirilir. Böylece vücudun içerisindeki tüm sıvılar dışarıya akar. Vücut kuru halde mumyalanmış olmalıdır, çıkan tüm parçalar da sonra yanına gömülür.
III. Vücut kurutulurken, iç organlar da kuru olmalıdır ve natronla beraber saklanır. Onlar keten kumaşın şeridiyle sarılır ve minik tabutun içine yerleştirilir. Sonra 4 bölmeli bir sandığa konulur.
IV. Vücut 40 gün sonra tamamen kurur ve büzülmüş olur. Vücut boşluğu içinden kaldırılır ve vücudun içi ve dışı yağ ve güzel kokulu baharatlarla yıkanır.
V. Mumyanın bası ve vücudu yağın içindeki keten kumaşla sımsıkı paketlenir, böylelikle Mısırlılar mumyaladıkları kişinin hayattaki halini yeniden elde etmek isterler.Mumya altın, kolye, yüzük, bilezik ve mücevheratlarla birlikte kapatılırdı.
VI. Tüm vücut kefen, kenarlık ve keten kumaşın şeridiyle örtülür. Mumya orijinal büyüklüğüne ve hacmine dönene kadar yapılır. Bu çok karışık bir iştir ve bir hafta gibi uzun bir zaman alır. Küçük esrarengiz nesneler keten örtü tabakasının altına yerleştirilir.
VII. Örtmeyi bitirdikten sonra, mumyanın başı ruhunu tanıyana emin olana kadar bir portre maskesiyle örtülür. Maskelenmiş mumya, yaldızlanmış tahta tabutun içine yerleştirilir.
ANNELER GÜNÜ NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Bugün alışageldiğimiz “anneler günü” anlamında olmasa da anneler için yapılan kutlamalar Sümerlere dek dayandırılabilir. Matriyarkal (anaerkil) düzenin hüküm sürdüğü tarihin ilkçağlarından bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha bir çok yerel ve dönemsel isimlerle analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar mevsimi ile özdeşleşmiştir. Patriyarkal düzenin yerleşmeye başlaması zaman zaman kutlamaların içeriğinin ve şeklinin değişmesine ve hatta bazı dönemlerde gizli olarak yapılmasına sebep olmuşsa da kesintiye uğratamamış; her bahar coşkulu kutlamalar ve sunularla bir gelenek halini alarak binlerce yıl kesintisiz olarak sürmüştür.
Daha yakın tarihlere uzanacak olursak, günümüzden birkaç yüzyıl önce 1600′lü yıllarda İngilizler arasında “mothering sunday” adı ile, lent döneminin 4. Pazar günü kutlamalar yapılmaya başlandı. İçinde bulundukları dönemde zor koşullar altında yaşayan ve çoğu zaman çalıştıkları yerlerde barınan İngilizler bu özel günde izinli sayılırlar ve tüm günlerini evlerinde anneleri ile geçirirlerdi. Hatta biraz da hristiyan aleminin yortu geleneğinin etkisiyle olsa gerek “mothering cake” adını verdikleri bir tür pasta götürme adeti yerleşmişti.
Hıristiyanlığın Avrupa’da yaygınlaşmasından sonra bu kutlama, onlara hayat veren ve kötülüklerden koruyan ruhani bir güç sayılan “Anneler Kilisesi” ni onurlandırmak amacıyla değişti. Zamanla kilise festivali Anneler pazarı kutlamaları ile birleşerek, beraber kutlanmaya başlandı.
Anneler günüyle ilgili ilk resmi kutlama önerisi, Amerika’da 1872 yılında Julia Ward Howe tarafından barışa adanan bir gün olarak tasarlandı. İlk defa Boston’da bir yürüyüş düzenlenerek kutlandı.1907 yılında Philadelphia’da Ana Jarvis, annesinin ölüm yıldönümü olan Mayıs ayının ikinci pazarının Anneler Günü olarak kutlanması için bir kampanya başlattı. Bir sene sonra Philadelphia’da kutlanan Anneler Günü Ana Jarvis’in izleyenleri tarafından bakanlara, işadamlarına ve politikacılara ulaştırılarak ulusal olarak kutlanmaya başlandı.
1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı. 1914 yılında ABD başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla Mayıs ayının ikinci pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.
"Otomobillerin ön camlarındaki silicileri düşünün. Yağmur yağdığı zaman ya da camlar tozlandığında, siliciler camları temizlerler. Gözlerimizdeki gözyaşı bezlerinin salgıladığı gözyaşı, tuzlu bir sıvıdır. Gözyaşı, göz küresinin kendi boşluğu içinde hareket etmesine yardımcı olur. Üzerine konan tozları ve yabancı maddeleri siler. Gözün nemli ve temiz kalmasını sağlar.Gözyaşının fazlası sürekli olarak solunum sırasında incecik bir kanalla burnumuza akar. Ağladığımız zaman çok olan salgı, gözümüzden akıp, yanaklarımızdan süzülür."
ŞUBAT NEDEN EN KISA AYDIR?
Julius Sezar, takvimdeki karışıklıkları çözmesi için Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes'e emir verir. Sosigenes de takvimin ilkelerini söyle saptar: Her yıl 365 gündür.Her yıldan 6 saat artar. Artan saatler 4 yılda bir, bir tam gün eder. Dördüncü yıla bir gün olarak eklenir. O yıl 366 gün olur.
366 gün 12 eşit parçaya bölünmediği için 6 ay 30 gün, diğer 6 ay 31 günden oluşur. Peki, 365 gün çeken yıllarda aylara göre dağilim nasıl olmalı? Yüce Sezar emir verir: 365 gün çeken yıllarda en son aydan bir gün düşülsün.O zamanlar yılbaşı, mart ayında. Yani şubat, yılın son ayı.
7 = September
8 = October
9 = November
10 = December da buradan geliyor
Böylece şubat ayı, 4 yılda bir 30 gün, diğer yıllarda 29 gün olmuş. Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermiş: JULIUS, yani JULY (temmuz).
Sonradan imparator olan Augustus, Sezar'dan aşağı kalmamış ve sonraki aya kendi ismini vermiş: AUGUSTUS, yani AUGUST. Ancak Julius Sezar'in ayı 31 günken Agustus'un ayı 30 gün olur mu ? O da emir vermiş: Yılın son ayından 1 gün daha alin, benim ayımı da 31 gün yapın ! Zavallı Şubat'tan 1 gün daha alınmış ve Ağustos'a eklenmiş.
O gün bu gündür Şubat ayı, 4 yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün, Sezar'ın ayı Temmuz ve Augustus'un ayı Ağustos da peş peşe 31 gün oluvermişler.
Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.
Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki kusurlardır.
Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.
Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçası ışığı değişik yönde geçirmektedir.
Kar tanelerinde de aynı şey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktarı bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.
PUSULA NEDEN KUZEYİ GÖSTERİR?
Dünyanın kendisi, çekirdeğindeki soğumamış kısımlarından dolayı dev bir mıknatıstır. Bu büyük mıknatısın artı ve eksi uçları kuzey ve güney kutuplarındadır. Ancak bildiğimiz coğrafi kutuplarda değil. Pusulanın minik ucu tam kuzeyi göstermez, gösterdiği noktaya magnetik kutup denir.
Pusulanın gösterdiği kuzey yönünü devamlı takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman ulaşamazsınız. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzaklıktaki magnetik kutba varırsınız. Olayın ilginçliği bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadığı bir sürpriz daha var. Bu magnetik kutupların yerleri de sabit değil, zamanla değişiyor, kuzey güneye, güney kuzeye geliyor.
Eğer elinize bir pusula alıp zaman yolculuğu yapabilseydiniz, birkaç milyon yıl önce pusulanızın kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarının karşıladığını, yani güney kutbuna vardığınızı şaşırarak görürdünüz.
Magnetik kutupların niçin ve nasıl yer değiştirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayın dünyada kraterlerin oluşması, iklimlerin değişmesi, bazı canlı türlerinin yok olması gibi olaylarla yakın ilgisi olduğu sanılıyor. Bilim insanları magnetik kutupların yer değiştirmesinin 170 milyon yılda yaklaşık 300 defa tekrarlandığını, bugünkü konumuna en son 750 bin yıl önce geldiğini ileri sürmektedirler.
Sadece magnetik kutupların yer değiştirmelerinin değil dünyanın magnetik alanının bile başlangıçta nasıl oluştuğu tam açıklığa kavuşmuş değil. Teorilere göre dünyanın merkezindeki sıvı halindeki çekirdek bölümündeki ısı, dış demir katmanlara ulaşarak dünyanın dönüşü ile beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alanı meydana getirmiştir.
Yerkürenin magnetik alanının şiddet ve doğrultusunu ölçmek için 1979 Ekiminde uzaya gönderilen 'Magsat' uydusu 3 yıla yakın görev yapıp da yanmadan önce gönderebildiği en önemli bilgi, magnetik alanının şiddetinin gittikçe azaldığı, her on yılda şiddetinden yaklaşık yüzde birini yitirdiği, böyle giderse muhtemelen bin yıl sonra magnetik kutupların yerlerinin tekrar değişebileceği bilgisiydi.
1 NİSAN ŞAKASININ KÖKENİ NEDİR?
Her ne kadar Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar) milattan önce 46 yılında takvimin başlangıcını Ocak ayı olarak ilan ettiyse de, 16. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıç tarihi olarak da kabul edilen, Mart ayının 25'inde başlardı.
1564 yılında Fransa Kralı IX. Charles, takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe aldı. O zamanki iletişim şartlarında bazı insanların bundan haberi olmadı, bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerine devam ettiler. 1 Nisan'da partiler düzenlediler, birbirlerine hediyeler verdiler.
Diğerleri ise bunları Nisan aptalları olarak nitelendirip bu güne "Bütün Aptalların Günü" adını verdiler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler verdiler, yapılmayacak bir partiye davet ettiler, gerçek olması mümkün olmayan haberler ürettiler.
Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup, Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye başladılar. Adeti gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve yaygınlaştırarak devam ettirdiler. Bu adetin İngiltere'ye ulaşması yaklaşık iki yüzyıl sürdü, oradan da Amerika'ya ve bütün dünyaya yayıldı.
1 Nisan şakalarının sembolünün 'Nisan Balığı' olmasının nedeni ise Mart ayının sonlarına doğru, Güneş'in Balık Burcu'nu terk ediyor olmasıdır.
HAYVANLAR NEDEN KIŞ UYKUSUNA YATARLAR?
Kış mevsimi yaklaştıkça, hava soğur, günler kısalır, yapraklar renk değiştirir ve yere düşerler, kar toprağın üzerini kaplar. İnsanlar sıcak alışveriş merkezlerinde ihtiyaçlarını alıp, sıcak arabalarında, sıcak evlerine gelirler. Üzerlerine kazaklar, hırkalar giyerler. İyi de, tabiatta doğal ortamda yaşayan hayvanlar kışı nasıl geçirir, hiç düşündünüz mü?
Bir kısmı daha ılıman yerlere göçerler. Bu konuda kuşlar ve balıklar avantajlıdır. Bazıları kendilerini kışa adapte ederler, daha kalın yeni tüyler çıkarırlar. Hatta bazı tavşan türlerinde karda saklanabilmek için tüyler beyazlaşır. Bazıları yiyeceklerini önceden depoladıkları bir sığınak bulurlar. Bazıları da toprakta derin tüneller açarlar ama bazıları için de kış mevsimini uyuyarak geçirmekten başka çare yoktur.
Genellikle ayıların kış uykusuna yattıkları bilinir ama bu doğru değildir. Gerçi ayılar kışın mağaralarda uzun uzun uyurlar ama bu kış uykusu değildir. Daha doğrusu kış uykusu bir çeşit uyku değildir. Normal canlılarda uyanıkken ve uyku halindeyken, vücut ısısında ve metabolizmanın çalışmasında ciddi bir fark yoktur. Oysa kış uykusu, hayvanların hayat ile ölümü ayıran çizgiye kadar gelmeleri şeklinde tanımlanabilir.
Bazı hayvanların kış uykusuna yatmalarının iki sebebi vardır: Havanın çok soğuması ve yiyecek bulma güçlüğü. Soğuk havada yaşayabilmek için hayvanların daha çok enerjiye ihtiyaç duymalarına rağmen karlı kış günlerinde yiyecek bulma imkanı azalır. Kış uykusu bu zor mevsimde hayvanın enerji ihtiyacını azaltır, enerji tasarrufu sağlar.
Kış uykusu bildiğimiz şekilde uyumak değildir. Buna bilim dilinde 'hibernasyon' diyorlar. Vücut ısısının ortam sıcaklığına düştüğü bu durumu birçok balık türünde, kurbağalarda, sürüngenlerde, kuşlarda ve memelilerde görebiliyoruz.
Hakiki anlamda kış uykusuna yatan bir hayvanı (hibernatör) gördüğünüzde, ölmüş olduğunu sanabilirsiniz. Vücut ısıları sıfır dereceye kadar düşebilir. Bir dakika içinde sadece birkaç kez nefes alırlar, kalp atış hızı o kadar düşüktür ki, hissedilmez bile. Havalar ısındığında ise vücudun normal düzene geçmesi sadece birkaç saat alır.
Kış uykusuna yatan hayvanlar, uyku süresince kendi vücutlarındaki yağı tükettikleri gibi ara ara uyanarak bulundukları yere yazdan stok ettikleri yiyeceği yiyenler de vardır.
Kış uykusu sırasında hayvanlar vücut ağırlıklarının yüzde kırkına yakınım kaybederler. Bu kaybın yüzde 90'ma periyodik olarak uyanmalardaki ısı üretimi ve enerji kaybı sebep olurken geri kalan yüzde 10 kayıp ise uyku sırasında olur. Kış uykusu kış boyunca sürmez. Hayvanlar havaların soğumaya başlaması ile birkaç günlük bir uyku periyoduna girerler. Kış mevsiminin şartlan ağırlaştıkça bu periyotlar uzar.
SABUN KİRİ NASIL GİDERİYOR?
Aslında sabun bir antiseptik, yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri üzerinde, ölü deri hücreleri, kurumuş ter, çeşitli bakteriler, yağlı ifrazatlar ve toz vardır. Sabunun özelliği, mekanik olarak derimizin üzerinden bunların alınmasını sağlamasıdır. Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine hiç karışmazlar aksine su ve yağ molekülleri arasında birbirlerini iten bir güç vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda, derimizin üzerindeki yağ tabakası, suyun derimize temasına mani olur, onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik sağlanamaz.
İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir. Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da 4000 yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri bilinmektedir. Sabun, tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için, kireç taşını ısıtarak kireç elde etmiş, bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püskürtüp sonra da karıştırmışlardır. Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek keçi yağı ile saatlerce karıştırarak kaynatmışlar-dır. Kirli kahverengi kalın bir tabaka oluşunca, soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit yağın karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda kullanılıyor. Keçi yağı yerine de, sığır ve koyun yağlarından elde edilen don yağları, hurma, pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor. Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini taşır. Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin bir ucu yağı, diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker.
Ellerimizi ovuşturduğumuzda yağ ve kirler, dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır. Sabun molekülleri bu yağlı kirleri sararlar suyla birleştirirler ve artık çözünemez hale getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin kurulanması ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun, bazı katkı maddeleri, boyalar, parfümler, deodorantlar, bakteri giderici maddeler, kremler, losyonlar ve reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş hali ile karşılaşıyoruz. Şampuan, diş macunu, tıraş kremi ve kozmetikler, sabunun sodyumun değişik bileşikleri ile yapılmış diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum kullanılırsa, daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram, büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.
Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hıck' şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.
Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kollan yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.
Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir. Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.
Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir. Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.
Beyni boş çıktı |
Bacağındaki ağrılar nedeniyle doktora gitti. Beyninin hem küçük, hem de "içinin boş olduğu" ortaya çıktı.
Fransa'da, ismi açıklanmayan 44 yaşındaki memurun beyin boşluğunun çok büyük olduğu görüldü. Ayrıca, kafatasının ortasında kalan bu boşluğun büyüklüğü nedeniyle beynin, kafatasının iki yanına yapıştığı tespit edildi. Doktorlar, henüz 6 aylıkken beyinde su toplanmasına neden olan bir hastalık geçiren memurun beyninin yeterince büyüyememiş olabileceğini belirtti. Uzmanlar, memurun IQ'sunun 75 olduğunu bunun genel ortalamanın sadece 10 puan altında olduğunu vurguladı.
|
|
Şarkılı fırçalar geliyor |
Çocuklar diş fırçalamaya bayılacak. Çocuklara diş fırçalama alışkanlığı kazandırma konusunda yeni bir devrim yaşanıyor. Şarkılı fırçalar geliyor.
Yapılan araştırmalara göre diş fırçalama alışkanlığına yetişkinler olarak fazla önem vermediğimiz bir gerçek. Bizler diş fırçalama alışkanlığımızı ne derece ihmal ediyorsak, yeni nesil için bu alışkanlığın kazandırılmasında devrim niteliğinde bir yenilik yapıldı.
“Tooth Tunes”. Tooth tunes; katlanılabilirinden, dil temizleyici özelliğine kadar bugüne değin kullandığımız fırçalardan çok daha farklı bir ürün. Çünkü dişlerinizi fırçalarken aynı zamanda müzik de dinleyebiliyorsunuz. Tam dişinizi fırçalamaya başladığınızda müzik başlıyor, fırçalamanıza göre devam ediyor. Yani durduğunuzda müzik de duruyor. Uzmanlar diş fırçalama süresini 2 dakika olarak belirlediğinden, fırçalardaki şarkılar da 2 dakika olarak kaydedilmiş.
Şarkı kategorilerine göre ayrılmış olarak satışı yapılan fırçaların satış fiyatı 10 dolar.
Çocuklara fırçalama alışkanlığının kazandırılma aşamasında çok faydalı olacağını düşündüğümüz ürün hakkında detaylı bilgiyi; http://www.hasbro.com/toothtunes/ adresinden edinebilirsiniz.
|
Kadınlar daha çok konuşuyor |
Yapılan bir araştırmada kadınların erkeklerden 3 kat fazla konuştuğu ortaya çıktı. Buna göre kadınlar günde ortalama 20 bin kelime sarf ederek, erkeklerden 13 bin kelime fazla konuşuyor.
Psikiyatr Luan Brizendine, 'Kadın Zihni' adlı kitabında, kadınların daha hızlı konuştuklarını ve bunun için daha çok beyin hücresi kullandıklarını belirtiyor. Kadınların erkeklerden daha konuşkan olmasının nedenini ise beyindeki kalıtsal farklılıklara bağlıyor. Bu farklılığın da erkeklik hormonu testosterona dayandığını bildiriyor. Yazar, testosteronun beynin duymayla ilgili bölümünü küçülttüğünü, bunun da erkekleri eşlerinin sözlerine 'sağır' kıldığını savunuyor.
|
|
|
|
Türklerin kayıp şehri bulundu |
Selçuklu Devleti'nin temellerinin atıldığı, Türk tarihinde kayıp şehir olarak bilinen Cend'e ait kalıntılara ulaşıldı.
Türk tarihi için önem arz eden bu keşfi, Ege Üniversitesi (EÜ) Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Türk İslam Sanatları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Deniz yaptı.
Prof. Deniz'in başkanlığındaki ekip, Kazakistan'da sürdürülen çalışmalar sonucunda, Cend şehrine ait cami, saray, hamam gibi mimari eserlerin kalıntılarına rastladı. Prof. Deniz, Türk Tarih Kurumu tarafından “Türkiye ve Türkiye dışında bulunan Türk eserlerinin envanter çalışması”nın yürütüldüğünü belirterek, bu projede başta İzmir olmak üzere, Batı Anadolu, Macaristan, Romanya, Kazakistan ve Avusturya'da bulunan Türk eserlerinin araştırılmasında görev aldığını söyledi. Türk-Kazak Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesi'nde de Türk eserlerinin envanter çalışmalarını sürdürdüğünü kaydeden Prof. Deniz, Cend şehrini bu çalışmalar sırasında keşfettiğini kaydetti.
Deniz şöyle konuştu: “Cend şehri, Türk tarihinde önemli olan bir yer. Bugüne kadar kayıp şehir olarak biliniyordu. Ayrıca Cend'in içinde, Selçuklu Devleti'nin kurucusu Selçuk Bey'in türbesini de buldum. Türklerin İslamiyet öncesinde türbeler yaptığını biliyordum; fakat günümüze gelen örnekleri yoktu. Kazakistan'da yaptığım araştırmalarda MS 8 ve 9. yüzyıllara ait türbeler de buldum.”
Bu keşiflerin, Türkiye'de ve dünyada ilk olduğunu öne süren Prof. Dr. Deniz, şunları kaydetti: “Keşif, ilim dünyasına ilk kez Ege Üniversitesi tarafından tanıtılacaktır. Bu, Türk tarihinde bir değişim ve yeniliktir. İleride yapılacak araştırmalar için de önemli bir adımdır. Araştırma yapılan bölge çoğunlukla çöl durumunda. Bu bölgelerde terk edilmiş olsa da yaşanmaya devam edilen yerler keşfettim. Cami, saray, hamam gibi mimari eserlerin kalıntılarına rastladık.” Prof. Dr. Deniz, bulguların, Türk Tarih Kurumu tarafından kitap haline getirileceğini bildirdi.
|
|
ABD okullarda kolayı yasakladı |
Amerika, son yıllarda yaşanan en büyük sağlık soruna olan obeziteye karşı ilginç bir önlem aldı. Şişmanlıkla mücadele için okullarda hazır yiyecek ve içecek otomatlarında kola, gazoz gibi asitli ve kilo yapan içecekler satılmayacak.
Ürün dağıtıcıları ve Amerikan Kalp Sağlığı Birliği'nin yaptığı anlaşma ile, 35 milyon öğrenci bundan böyle makinelerden yalnızca su ve yağ oranı düşük süt ve meyve suyu ve soda alabilecek.
Ülkedeki en büyük içecek dağıtım firmaları Cadbury Schweppes PLC, Coca-Cola Co, Pepsi Co Inc anlaşmanın altında imzası bulunan firmalar arasında. Anlaşma, yalnızca okulları değil spor müsabakaları ve eğlence organizasyonlarının yapıldığı yerleri de kapsıyor.
|
|
Yazın doğan çocuk az mı zeki |
İngiliz Evening Standart gazetesinin1.5 milyon çocuk üzerinde yaptığı araştırmadan çok ilginç sonuçlar çıktı.
İngiliz Evening Standard gazetesi 1.5 milyon çocuk üzerinde yapılan araştırmada, yaz aylarında hamile kalan kadınların çocuklarının yaşıtlarına göre daha az akıllı olduğunu yazdı.
İngiliz araştırmacılar buna neden olarak, yaz aylarında böcek ilaçlarının daha yoğun olarak kullanılmasını ve bunların anne bünyesinden çocuk bünyesine geçmesini gösterdi.
|
|
Tavuk yumurtadan çıkar" |
İngiliz bilim adamları: Tavuk yumurtadan çıkar.
İngiliz düşünür ve uzmanlar, yüzyıllardır süren “tartışmaya’’ son noktayı koydu:
“Yumurta tavuktan önce vardı, yani tavuk yumurtadan çıktı...’’ Sorunun cevabı, genetik materyalin (kromozomlar üzerinde kalıtsal özellikleri taşıyan yapı kitlesi) bir organizmanın hayatı boyunca değişmediği, bu nedenle daha sonra tavuk olarak adlandırılacak ilk kuş türünün, ilk önce “embriyon’’ olarak bir yumurtanın “içinde’’ oluşması gerektiği fikrinde saklı...
İngiltere’nin doğusundaki Nottingham Üniversitesi’nden Profesör John Brookfield, tarih öncesi çağlarda, bugün tavuk olarak adlandırılan türün, bir yumurta içinde embriyo olarak oluştuğunu söyleyerek, yumurta içinde büyüyen ve ileride tavuk haline gelecek organizmanın, tavukla aynı DNA’ya sahip olduğunu kaydetti. Brookfield, yaşayan türe ait ilk “maddenin’’ bu yumurta olması gerektiği konusunda şüphe bulunmadığını, “bu nedenle yumurtanın kesinlikle tavuktan önce var olduğunu’’ savundu.
Genetik uzmanı Brookfield’e, Londra’daki King’s College’den Profesör David Papineua ve İngiliz Tavuk Üreticileri Federasyonu Başkanı Charles Bourns da destek verdi. Bilim felsefesi uzmanı Papineua, “mutasyona uğramış yumurtanın, ‘tavuk olmayan’ ebeveynlerden türediğini, yani bunun tavuk yumurtası olmadığını’’ öne süren insanların yanıldığını kaydetti. Papineua, “Bir yumurtanın içinde tavuk varsa, yumurtanın ebeveynleri tavuk olmasa da o tavuk yumurtasıdır.’’ dedi. Federasyon Başkanı Charles Bourns da, yumurtaların tavuklardan çok önce var olduğunu söyleyerek, “tavuğun yumurtadan çıktığını’’ düşünenlere destek verdi.
|
|
Yeni bir dil öğren 4 yıl fazla yaşa |
İnsanın çift dilli oluşunun bunamayı geciktirdiği ortaya çıktı. Kanadalı uzmanların iki dil bilenler ile tek dil bilenler üzerinde yaptığı araştırma ilginç bir sonuç ortaya koydu.
İnsanın çift dilli oluşunun bunamayı geciktirdiği ortaya çıktı. Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nden bir ekip 184 yaşlı arasında bir çalışma yaptı. Tek dilli kimselerde bunama belirtilerinin ortalama 71.4 yaşında, çift dillilerde ise 75.5 yaşında ortaya çıktığı belirlendi.
EĞİTİM durumu, cinsiyet ve sosyal çevre, bu durumu değiştirmedi. Uzmanlar bunamaya karşı hiçbir ilacın iki dilli olmak kadar muhteşem sonuç sağlamadığını vurguladı. Araştırma sonuçları ‘Neuropsychologia’ adlı dergide şubat ayında yayımlanacak.
|
Doğru bilinen yanlışlar |
İşte, en sık karşılaşılan bilgiler ve doğru bildiğimiz yanlışlar.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Esra Kurtuluş, en çok sorulan soruları yanıtlarken, doğru olduğunu sandığımız yanlışları da düzeltiyor.
- Ekmek kızartılınca kalorisi azalır mı?
"Ekmeğimizi kızartmak veya kurutarak gevrek haline getirmek kalorisini azaltmaz, içerdiği B grubu vitaminlerinin azalmasına neden olur. Ekmeğin kızartılması veya gevrek haline getirilmesi, içerdiği suyun da buharlaşmasına neden olur" diyen Kurtuluş, bu nedenle kızarmış ekmeğin çok fazla tüketilmesini önermiyor.
- Karbonhidrat ve protein ayırma metodu doğru mu?
Gazete ve dergilerde sıkça yer alan karbonhidrat-protein diyetini duymayan kalmadı. Acaba bu diyetin aslı nedir? Gerçekten bu yöntemle sağlıklı kilo verilebilir mi? Esra Kurtuluş'un verdiği bilgiye göre, yiyecekleri besin bileşimlerine göre sadece karbonhidrat veya sadece protein kaynağı olarak ayıramayız. Örneğin protein kaynağı olarak bilinen et, karbonhidrat ve yağ da içerir. Aynı şekilde karbonhidrat kaynağı olarak bilinen pirinç pilavı da hem karbonhidrat hem protein hem de yağ içerir.
"Diyet yaparken her zaman dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, vücudun bir günde alması gereken karbonhidrat, yağ, protein gibi besin öğelerinin her öğünde birarada, dengeli olarak tüketilmesidir" diyen Kurtuluş, "Zayıflarken, diyetiniz sizi bazı besinlerden yoksun bırakmamalı, yanlış beslenme alışkanlıklarınızı düzeltme yönünden güçlü olmalıdır. Bu şekilde hazırlanan diyetlerle vermiş olduğunuz kiloları geri almazsınız. Unutmayın, bilinçsizce yapılan diyetlerle sağlığınız tehlikeye girebilir. Ayrıca, dengesiz diyet ile verilen kilolar tekrar ve hatta daha fazlası ile geri alınmaktadır" uyarısında bulunuyor.
- Sabahları aç karnına limonlu ılık su içmek zayıflatır mı?
Bu soruyu "Hayır" diyerek yanıtlayan Beslenme ve Diyet Uzmanı Kurtuluş, şöyle devam ediyor:
"Biz beslenme uzmanları, sabah aç karnına su içilmesini tavsiye ederiz. Ancak bunun zayıflama ile bir ilgisi yoktur. Burada amaç, 8-9 saat gibi bir süreyi uykuda geçiren vücudu güne hazırlamaktır. Tıpkı sabahları yüzümüzü yıkamak gibi. Limon, tok tutucu bir besindir. Ancak limonlu suyun yağ eritme gibi bir özelliği yoktur."
- Haşlanmış patatesin kilo aldırmadığı doğru mu?
Kurtuluş'a göre bu da yanlış bir bilgi. Haşlanmış orta boy bir patateste 70 kalori bulunduğunu, yani bir dilim beyaz ekmek ile aynı kaloride olduğunu belirten Kurtuluş, "Eğer patatesi kızartırsak kalorisi daha da artar. Ancak, 'haşlanmış patates kilo aldırmaz' demek de doğru değil" diyor.
- Fazla yağların idrarla atılması için kekik, sinameki, maydanoz gibi bitkileri kaynatıp suyunu içmek doğru mu?
"Kekik, sinameki ve maydanoz suyunun yağları vücuttan attığına dair yanlış bir inanış var" diyen Kurtuluş, ekliyor:
"Bu bitkiler, bağırsakların çalışmasına yardımcı olur ve diyetlerde sıkça karşılaşılan kabızlığı önler. Ancak, yağları vücuttan idrar yolu ile attıkları bilgisi yanlıştır."
- Süt ne kadar çok kaynatılırsa o kadar çok mikrop ölür mü?
Esra Kurtuluş'un verdiği bilgiye göre, vitamin ve mineral deposu olarak bilinen sütü aşırı kaynatmak, içermiş olduğu vitaminlerin azalmasına neden olur. Bu nedenle pastörize veya sterilize olmayan sütü kaynatırken, kabardıktan sonra 4-5 dakika daha sürekli karıştırılmalı ve hemen soğutmalıyız. Pastörize veya sterilize olan sütleri ise kaynatmaya gerek yok.
- Sabahları çiğ yumurta içmek vücuda dinçlik verir mi?
Çiğ yumurta tüketiminin, bilinenin aksine bazı vitaminlerin vücutta kullanılmasını engellediğini belirten Kurtuluş, "Bu nedenle, çocuklarınızın sabah kahvaltısı için yumurtayı pişirmenizde fayda var. Çiğ olduğu kadar, fazla pişirerek tüketilen yumurta da pek sağlıklı sayılmaz. Bu nedenle, en sağlıklı yumurta kıvamı, kayısı yumuşaklığı dediğimiz, sarısı tok ve etrafında yeşil halka bulunmayanıdır. Sarısı etrafında yeşil bir halka oluşmuş ise, yumurtanızı fazla pişirmişsiniz demektir" diyor.
- Yoğurdun yeşil suyu zararlı m?
Esra Kurtuluş bu soruyu, "Yoğurt, zamanla yeşil bir su salar. Bu nedenle kimimiz bu yeşil suyun zararlı olduğunu düşünüp dökeriz. Oysa yoğurtta bulunan vitaminler, özellikle de B12 vitamini, bu yeşil suya karışır. Yoğurdun suyunu ayırarak hazırlanan süzme yoğurt da bilinenin aksine, normal yoğurda kıyasla daha az vitamin içerir. Bu nedenle, yoğurdu üzerinde oluşan yeşil su ile karıştırarak tüketiniz" şeklinde yanıtlıyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Esra Kurtuluş'tan son bir tavsiye daha:
"Gazete ve dergilerde okuduğunuz veya bir arkadaşınızdan duyduğunuz bilgileri, diyetisyene danışmadan uygulamayın."
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|